30 Eylül 2010 Perşembe

HİSARCIK ÇIKMAZI

-1-
Siz bilmezsiniz burayı. Ama benzerlerini mutlaka görmüşsünüzdür bir yerlerde gezerken, geçerken. Eni konu 50-60 metredir bizim sokak. Hani, şu gecekondudan hallice, birbirine yaslanmasa yıkılacakmış gibi duran evlerin bulunduğu sokaklardan. Bir ucu istinat duvarıyla kesiktir ve öte ucu toprak yola açılır Hisarcık Çıkmazı'nın.

Girin sokağa, Çıkıkçı Fevziye'nin evini kime sorsanız gösterir. Sağ kolda, sondan bir önceki üç basamaklı Rum evi. İşte bu, bizim ev. Fevziye de annem. Elinden her iş gelir maaşallah. Mahallenin sıhhiyecisi gibi çalışır. Kırık çıkıkta namını duymayan kalmamıştır. Zengin semtlerinden bile getirirler şımarık çocukları cicili bicili giysileri ve tüm huysuzluklarıyla. Kupa mı çekilecek, Fevziye koş; iğne mi yapılacak, aman Fevziye yetiş; Fevziye sülük tuttur, Fevziye doğuma gel... Bir keresinde Hayriye Teyzegil’in itleri doğuramamıştı da onu bile annem ölümden kurtarmıştı.

Sokakta gördüğünüz en pasaklı ve sümüklü bebe de bizim ailenin son numarası Nezaket'tir mutlaka. Bakmayın öyle küçük olduğuna, mahallenin tüm çocuklarına illallah dedirtmiştir. Her sabah annem temiz pak giydirip sokağa salar, daha saati dolmadan ya çamura bulanır, ya kavga ederken üstü başı yırtılır, en olmadı ağaca tırmanırken düşüp bir yerlerini paralar.

Bir de babam var ama siz onu göremezsiniz. Biz de göremiyoruz çünkü... Sabah ezanından önce kalkar, demiryoluna ray döşemeye gider, mesaisi bittiğinde Hacı Ömer'in taksisinde şoförlük yapar, gece 12'de arabayı İzzet Amca'ya teslim edip saat 1 gibi eve gelir. Nasıl dayanır diye sormayın ben de bilmiyorum. Belki takside müşteri beklerken uyuyordur...

İşte bizim çekirdek aile... Hır gürü eksik olmasa da mutlu mesut yaşayıp gidiyorduk.

Ta ki...

-2-

Her şey normal başlamıştı. Annem her sabah olduğu gibi yine 3 kere seslenip uyandıramayınca terliği eline aldığı gibi "senden başka işim yok mu benim kör olmayasıca... Kalk zıkkımlan şu kahvaltını da yürü mektebine benim tepemin tasını attırmadan" diye banyoya kadar peşimden koştu, okulda bakkal Hüsamettin'in oğlu Zeki'yle kızların eteklerinin altından ayna tuttuk yine belli etmeden, her zamanki gibi. Çıkışta da Zeki'yle yolumuzu uzatıp top sahasının kıyısından dolaşarak bir yuvarlak taşı ayağımızla top gibi sürükleye sürükleye, birbirimize çalım ata ata geldik mahalleye.

- Lan Zeki... Şu sizin dükkandaki yeni gelen dergiyi aşırsana. acaip avrat resimleri varmış içinde, İzzet Amca babama derken işittiydim.

-Olmaz oğlum, onların naylonu özel... Açıldımı bir daha kapanmıyor. babam ağzıma sıçar valla...

-İyi lan, zaten ne zaman yaralı parmağa işedin ki?.. Hadi görüşürüz...

Toprak yoldan bizim sokağın sapağına geldiğimde bir tuhaflık olduğunu anladım. Bizim sümüklü Nezaket sokakta yoktu. Evin önünde babamın geceleri çalıştığı taksi duruyordu. Peki ama bu saatte İzzet Amca çalışmıyor muydu?

Beni sokağın köşesinde gören Kör Hafız'ın oğlu Saksak Ali aceleyle bizim eve yöneldi, açık olan kapıdan içeri girdi, kayboldu. Allah Allah!.. Ama annem her zaman için "hırlısı var hırsızı var, ne olur ne olmaz" diye kapalı tutmaz mıydı bu kapıyı?

Merak ve heyecandan adımlarımı hızlandıracağıma ayaklarım titremeye başladı; ikircikli bir yürüyüşle evin basamaklarına zor geldim. Bütün Hisarcık Çıkmazı bizim evde toplanmıştı. Zilli Hanife'nin düğününde bile böyle kalabalık yoktu yeminle.

Çantamı girişte bırakıp kalabalık arasından bulduğum yoldan tanıdık bir çift göz arayarak ilerledim. Annemle göz göze gelmemle onun feryadı basması aynı anda oldu...

- Halil'iiim... Yavruuummm, talihsiz bahtsız evladıımmm...

Babam annemin yanıbaşında oturmuş, bir yandan onu sakinleştirmeye çalışırken bir yandan da sesindeki titremeye ve gözbebeğinin ucundaki akmaya hazır damlacığa hükmetmeye çalışıyordu. Annemin iki yana açtığı kollarının arasına attım kendimi ne olduğunu çözmeye çalışırken. Ne olduysa; en güvenli, en sığınılacak yer O’nun göğsüydü çünkü. Ağlamayla karışık feryatlarının arasından çıkartabildiğim bir kaç kelime olan biteni anlamama yetmiyordu... Tam bu sırada, babam, o dağ gibi adam, koskoca Haydar Pehlivan omuzları düşmüş şekilde dişlerinin arasından tıslayarak ve sessizce ağlamaya başladı. Koyverdi sonra gözyaşlarını da haykırışlarını da..

- Ulan namussuzlar... Ulan şerefsizler... Ulan kahpeler... El kadar bebeye uçkur mu çözülür ulan haysiyetsiz köpekler...

-3-

...
Top sahasının yamacında, kocaman bahçeli bir Rum evi vardı eskiden. Bizim mahallenin ayaklı gazetesi Kadriye Teyze'nin anlattığına göre, Hristo adında huysuz ve yalnız bir adam yaşarmış burada. O öldükten sonra da sahipsiz kalmış, her geçen yıl buraların yoksulluğuna tanıklığıyla biraz daha yıpranmış, dört duvarıyla bir de bahçesini saran ayrık otları arasında inatla yaşayan incir ağacıdan başka bir şey kalmamış o heybetli yapıdan. Neden sonra, bu Hristo denen huysuzun kızı olduğunu iddia eden bir afet çıkmış meydana elinde tapuyla; müteahhide verip yıktırtmış yılların incirli konağını, üç bloklu bir apartuman inşasına başlanmış. Sonra, tarihi eser falan diye belediyeyle mahkemelik olmuşlar, inşaata kilit vurulmuş, 2 yıldır da öylece kazulet gibi mahkemenin sonuçlanması bekleniyor...

İşte o inşaatın bekçisi Kadir soysuzu, sabah toprak yoldan geçerken sokakta bizim Sümüklü Nezaket'i görüyor, ağaçtan incir koparmak yalanıyla bebeyi kandırıp inşaatın içine...
...
Sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı Hisarcık Çıkmazı'nda. Kardeşim Nezaket o günden itibaren yaşadıklarını suskunluğunda boğdu. Ağzından tek kelime duyan olmadı. Ağlarken bile gözyaşları sessiz yol alıyordu pamuk yumuşaklığındaki yanaklarından aşağı. Bir daha hiç sokağa çıkmadı, çıkmak istemedi. Annemle babamın gitmediği doktor, kapısını aşındırmadığı hoca, yapmadıkları kocakarı ilacı kalmadı ama nafile...

Annem çıkıkçılığı bıraktı. Hep kendini suçladı. O sabah Bulgarlar’ın Zarife'ye iğne vurmaya gitmeseymiş bunlar olmazmış. Artık tüm zamanını Nezaket’le geçiriyor. bebenin ağzından duyacağı tek bir "annem" sözü için ömrünün kalanını vermeye hazır, eminim.

Yılların Çıkıkçı Fevziye'si şimdi bırakın sabahları terlikle peşimden koşmayı, en affedilmez haydutluklarıma bile sesini çıkarmıyor.

Babam, Haydar Pehlivan öyle bir çöktü ki; anlatmak mümkün değil. Taksiciliği bıraktı. İş yerinde de amirleri onu daha hafif bir bölüm olan bakım onarım şefliğine atamışlar. Sonradan öğrendiğime göre, o talihsiz olayın bir hafta kadar ertesinde top sahasının yamacındaki inşaata gidip elindeki baltayla incir ağacını kesmeye kalkmış da 10-12 kişi zor zaptetmiş.

Şimdi her akşam iş çıkışı o incir ağacının karşısına geçip zihninde defalarca baltasını savurduktan sonra geliyor eve, neredeyse hiç konuşmadan gece yarısına kadar pencere kıyısında oturup sigara üstüne sigara tüttürüyor.

Bekçi Kadir soysuzu Türk Ceza Kanunu'nun bilmem kaçıncı maddesine göre bilmem kaç yıl hapse mahkum edildi. Sonra iyi hali göz önünde bulundurulup cezasının yine bilmem kaç yıla indirilmesine karar verildi. Çocuğum diye beni mahkemeye götürmediler ama eve geldiklerinde babamın yürek dağlayan haykırışları hala kulaklarımda: "İyi halmiş... Ulan soysuzluğun iyi hali mi olurmuş? Ah ulan kahpe zinası.. Çıktığın gün sana göstermezsem iyi hali..."

Gösteremedi Haydar Pehlivan... Bu acıya 8 ay dayanabildi baba yüreği.

Ben o gün hiçbir şey anlamadım. Annemin gözyaşları ve babamın haykırışları arasında şaşkınlık ve korku dolu bakışlarla meseleyi çözmeye çalışırken, Nezaket'in yokluğundan ve evdeki kalabalığın fısıltılarından çözmeye çalışıyordum olanları.
Anladığımda, içimde biriken öfkeyi öyle bir kazıdım ki beynime; kardeşimden sesini ve hayatını çalan şerefsizden bunun intikamını almaya yemin ettim.

O günden sonra bir daha Nezaket'in gözlerine hiç bakmadım, bakamadım. Bir kez bakışlarımız kesişirse, ömrümün son gününe kadar gözyaşlarımın hiç durmayacağından korktum hep. "Bekle kardeşim... Senin o erik yeşili gözlerin haram bana şimdilik. Bekle..."

-4-

Büyüdüm erkenden. Haydar Pehlivan'ın bizleri koyup gitmesinin ardından orta mektebe dışardan devam ederken Meyhaneci Kerim'in yanında çalışmaya başladım. Ne iş olursa... Bir işe yaradığımdan değil, biraz da yardım olsun diye almıştı beni yanına, biliyorum. Rahmetliden kalan üç otuzluk dul yetim aylığı evin bir haftalık erzağına anca denk geliyordu. Ev kirası, Nezaket'in ilaçları, odun kömüre de anacığımın yapıştırdığı sülükler, yaptığı iğneler mümkünü yok yetişmiyordu. Tüm Hisarcık Çıkmazı bir şekilde bizi incitmeden yardım etmenin yolunu arıyordu. Meyhanede bile müşteriler onca garson varken sigara almaya beni yollayıp, para üstünü bahşiş olarak bırakıyorlardı.

Yine bir gün, müşteriye sigara almak için Zekiler'in dükkana doğru seğirtirken... Gözlerim faltaşı gibi açıldı, olduğum yere mıhlandım kaldım. O'ydu. Yeminle... Önde orta yaşlı, süslü mü süslü bir kadın, arkada da eli kolu paket dolu o: Kadir soysuzu!..

İçimde kabaran bin türlü duyguyu bastırıp aklıma gelen ne kadar analı avratlı küfür varsa mırıldanarak peşlerine takıldım. Saçı sakalı ağarmış, beli ikiye katlanmış, bir deri bir kemik hali bile onun aşağılık, soysuz zavallılığını gizleyememişti. Ulan kahpe zinası... Ulan soysuzun dölü... Ben senin...

Zihnimden geçirdiğim türlü intikam senaryoları eşliğinde top sahasının oraya kadar takip ettim.

- Şu incir ağacını da bir ara kökleyiver Kadir Efendi.

- Ama hanımım... Baba yadigarı sayılır o ağaç...

- Ne yadigarı Kadir Efendi? Hristo babalığını zamanında göstereydi de ben de yadigarını hatırasını sayaydım. Balkonu mahvediyor yaprakları vre; kes gitsin...

- Emrin olur Eleni Hanım. Sabah apartumanın ekmeğini gaztesini dağıttıktan sonra beş dakkada hallederim.

Demek o süslü yosma da Hristo'nun kızı... Her şeyin asıl sorumlusu değil mi bu Eleni? O olmasa ne Kadir soysuzu buralara gelecekti, ne de benim bahtsız Nezaketim'in başına...

-5-

Hiçbir şey olmamış gibi bitirdim geceyi. Gecenin sabahı selamlamaya başladığı saatlerde meyhaneden eve döndüğümde, her zamanki gibi kapıda anahtarın sesini duyduktan sonra ışığı kapayıp yatağına girmişti annem. Ben de her zamanki gibi sessizce odasına girip uyur numarası yapan Çıkıkçı Fevziye’nin üstünü örtüp; komodinin üstündeki yarısı dolu su bardağının altına cebimdeki paranın bir bölümünü kıstırarak, her çizgisinde bir başka hüznün asılı durduğu pamuk yanaklara kelebek öpücüğümü kondurup üst kata, Nezaket’in odasına yöneldim.

Kanatsız bir melek öylece, ellerini bacaklarının arasına sıkıştırmış, cenin pozisyonunda uyuyordu. Tam üzerini örtmek için hamle yaptığımda -her zamanki gibi- yüzüne yerleştirdiği “hoş geldin” tebessümü ile erik yeşili gözlerini açtı, boynuma sarıldı. Bazı geceler bu vaziyette sabahın ilk ışıklarına kadar kalırdım. O’nu tek güvendiği limandan, abisinin korunaklı sıcağından ayırmaya kıyamaz, hiç kımıldamadan ve sadece Nezaket’imin soluğunu dinleyerek o uyanana kadar beklerdim. Ama bu gece… Usulca iki gözüne iki öpücük kondurup “Uyu kanatsız meleğim” dedim, “huzur içinde uyu. Sabah uyandığında her şey çok daha güzel olacak…”

Hisarcık Çıkmazı’nın iki talihsiz kadınının da uyuduğundan emin olunca, sessizce dışarı çıktım. Eski sokağın tozlu kaldırımlarını adımlayıp Zekilerin eve doğru yollandım. Sabah namazı için camiye giden mahallenin ihtiyarları meyhaneden hep o saatlerde dönmeme alışık oldukları için yadırgamadan selamladılar. Ne kadar zamanda yürüdüğümü hatırlamıyorum ama yol bitene kadar kafamda her şey netleşmiş, dört dörtlük bir plan yapmıştım bile.

Camına attığım üçüncü küçük taştan sonra Zeki pencerede belirdi. Uyku mahmurluğu ve şaşkınlık arasında halimden önemli bir şey olduğunu anlamış olacak ki ikinci defa el etmeme gerek kalmadan aşağı indi. Baştan sona her şeyi satırı satırına anlattım. Sonra yolda gelirken hazırladığım planı da… Cebinden çıkardığı filtresiz Bafra paketinden bir kendine, bir bana yakıp uzattı önce. Sigaralar bitene kadar hiçbir şey konuşmadık başka. Sadece içimize çektikçe cozurdayan sigaranın közü, havadaki hafif esintinin de etkisiyle şekilden şekle giren duman ve sessizlik…

İzmariti yere atıp ayak ucuyla öldürdükten sonra iki eliyle omuzlarımdan tutup hafifçe sarstı beni:

- Ulan deyyus… Senin kardeşin, benim de kardeşim. Bekle, hemen geliyorum…

Kaşla göz arasında eve girip, gözden kaybolduğu çabuklukla tekrar göründü kapıda. Sokak lambasının ışığı altında parıldayan babasının Baretta’sını beline sokarken

- Şimdi tamamım, dedi. Yürü, gidiyoruz…


-6-

Hesabımız şaşmadı. Kadir soysuzu, apartmanın sabah alışverişini yapmak için herkesten önce kalkmıştı. İki gölgenin peşine takıldığından habersiz, kolunda büyükçe bir sepetle dört sokak ötede yeni açılan markete doğru yollanmıştı. Tam top sahasının arkasına kıvrıldığında, Zeki’yle beraber çöktük tepesine. Bir hamlede ellerini ve gözlerini bağlayıp derdest ettik. Aceleci adımlarla mahalleli çocukların ‘perili ev’ diye yanaşmaya korktukları eski ve yıkık dökük binaya girip öylece attık Kadir itini yere.

- Sesini çıkardığın anda beynini uçururum, dedi Zeki ürkütücü ve otoriter bir sesle. Kadir soysuzu çoktan titremeye başlamış, korkudan sidiğini tutamamıştı.

İkisini metruk binada bırakıp koşarak eve gittim. Yine çıktığım gibi, usulca kapıyı açtım, annemi uyandırmamaya gayret ederek Nezaket’in odasına yöneldim. Yanağına kondurduğum öpücükle açtığı gözlerindeki soru işaretlerine rağmen, parmağımla yaptığım sus işaretiyle giyinmesini söylediğimde ikiletmeden hazırlandı. Kapıdan çıkıp hızlı adımlarla malum yere doğru giderken Nezaket yarı şaşkınlık yarı merak ve biraz da korkuyla sıkı sıkıya yapışmıştı elime.

Yanlarına vardığımızda Kadir soysuzunun yüzü gözü kan içinde yerde kıvranıyor, Zeki de kesik kesik soluk alıp vererek neresine geldiğine bakmadan ardı ardına tekmeler savuruyordu şerefsizin üstüne. Bizi görünce durdu, kenara çekildi, paketten çıkardığı sigarayı yakıp duvarın dibine çöktü. Nezaket büyüyen gözlerini Kadir’in üzerinden bir saniye bile ayırmıyordu.

- İşte canım kardeşim… Yıllar önce sana kıyan soysuz, sütü bozuk pezevenk bu. Şimdi hesap kesme zamanı… Sana, Halil Pehlivan’a, Çıkıkçı Fevziye’ye çektirdiklerinin bedelini ödeyecek. Artık o güzel gözlerinden akıttığın yaşlar son bulacak.

Zeki’nin elinden silahı aldım, emniyeti açıp mermiyi namluya sürdüm.

- Salavat getir ulan dürzü tohumu. Cehenneme mundar gitme bari…

Af dileyecek mecali kalmamış Kadir soysuzu gözlerini sıkı sıkıya kapamış, ağlak ve titrek bir sesle ne olduğu anlaşılmayan şeyler mırıldanıyordu. Namluyu şakağına dayadım, parmağımı tetiğe yasladım, zavallı bir sürüngen gibi yerde kıvranan soysuz bedene okkalı bir tükürük fırlattım.

- Dur!..

Kulaklarımdaki uğultuyla sesin geldiği yöne çevirdim başımı…

- Dur abi… Dur…

Nezaket, koşar adımlarla geldi, önce elimden silahı aldı, sonra sicim gibi akıttığı yaşlarla boynuma sarıldı. Sadece iki kelime… Yıllar sonra Nezaket’imin ağzından çıkan iki küçük kelime. Hiç durmadan tekrar ediyordu

- Dur abi… dur abi… dur…

Yanak yanağa, göz yaşlarımız birbirine karışır halde dakikalar geçti. Kardeşim konuşuyordu artık. İki kelime de olsa konuşuyordu. O güzel sesini esirgemiyordu bizden artık. Bitmişti Nezaket’in kendini hapsettiği sessiz esaret…

Yine girdiğimiz gibi, el ele eski binadan dışarı çıktık. Gün, ilk ışıklarını salmaya başlamıştı Hisarcık Çıkmazı üzerine. Kapıdan girdiğimizde Çıkıkçı Fevziye çoktan uyanmış, telaşla dört dönüyordu evin içinde.

- Anne; sana bir sürprizim var!.. Hadi Nezaket…
- G…g… günaydın anne…

Bir annenin çocuğuna böyle sarılışını görmek dünyadaki her şeye değer…

-7-

Sabahın fısıltı gazetesi çoktan işe koyulmuştu…

- Duydunuz mu kapıcı Kadir’i?
- Duymadık, ne olmuş ki?
- Çükünü kesip incir ağacına asmışlar. Kadir’i de hastanenin önüne atmışlar öylece. Dili tutulmuş, korkudan tek kelime konuşamıyormuş…
- Yaa… Kim yapmış ki acep?
- İncir ağacının altında yatır varmış. Bizim kadir de ağacı kesmeye yeltenince…

Siz bilmezsiniz bizim mahalleyi. Bilmeyin de zaten…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder