24 Kasım 2010 Çarşamba

MİNİ ANKET

İKİ SORU

Kulaklarımızda hala...

Bir kavruk ses çağırıyordu bizleri. 22 temmuz seçimlerinin ardından herkes, hepimiz kara kara düşünürken, "bu iş burada bitmedi, daha yeni başlıyor. Ben de varım diyorsanız siz de gelin" diyordu.

Silkindik birden. Üzerimizdeki ölü toprağı bu çatal yürek sayesinde 24 saat geçmeden atıldı; yerini yeni bir heyecana, sinerjiye, enerjiye bıraktı.

"Siz kaç kişisiniz ki?" diyenlere inat, çok geçmeden 1 milyon 300 bin kişiye ulaştık. Korku imparatorluğunun mimarları yıldırma ve sindirme operasyonlarının dozunu artırdıkça daha da çoğalıyorduk. Sinmedik, yılmadık. Önce internet platformunda, sonra derneklerde tek ses, tek yürek olduk.

Bizi korkutmaya çalışanların korkusu olduk...

Sonra ayırdılar bizi gönüldaşımızdan, çatal yüreğimizden, Tuncay'ımızdan... Böylece parçalarız sandılar. O olmazsa yok ederiz kısa sürede diye düşündüler.

Onlara inat, hiçbir koşulda sinmeyeceğimizi, yılmayacağımızı, yıkılmayacağımızı göstermek için tuttuk bir de parti kurduk. Yetinmedik, yalnızlaştırmaya çalıştıkları Tuncay Özkan'ı tutukluyken genel başkan ilan ettik.

Önce güldüler bize, her zamanki gibi. "Üç gün uğraşır, dördüncü günü bırakıplar parti purti işlerini" dediler. Üç gün uğraştık, dördüncü gün seçime girme yeterliliğini kazandık. Şaşırdılar... Her zamanki gibi...

Ne yapacağını bilemez hale geldi "şer" cephesi, yobazın ve emperyalizmin sözcüsü...

"Tuncayları yokken bunları yapıyorlarsa, o çıkarsa neler yapmazlar ki" deyip, içerde tutmaya karar verdiler gelincik tarlamızın güneşini... "Hele bir seçimler geçsin, başımıza bela olmasın" diye düşündüler.

Çünkü kendi yaptırdıkları ankette sadece Tuncay Özkan adı yüzde 14 oy almıştı...

........

Evet sevgili dostlar...

Bu günlere hep kendi yağımızla kavrularak geldik. Kimseye minnet etmeden, tırnağımız varsa başımızı kaşıyarak...

Dernekler, demokratik kitle örgütleri, sendikalar, partiler.... Hepsi önce sırtını döndü, burun kıvırdı bizlere.
Ne zaman ki büyüklüğümüzü, gücümüzü, sinerjimizi gördüler; sonra yanaşmaya, içimizden parçalar kopartıp kendilerine dahil etmeye çalıştılar. Hala da çalışıyorlar...

"Ulusal birlik" dediğimizde hepsi kendi bünyesinde olması kaydıyla destek verdi, yeni bir oluşumda ya da başka bir örgütün çatısı altında birleşmeye ayak dirediler.

Oysa bizim bildiğimiz "önce vatan"dı. Koltuk, tabela, makam, mevki söz konusu bile olamazdı...

.........

Şimdi yeni bir dönüm noktasına geldik. 2011 yılının Haziran ayında yeni bir seçim var. En zor anımızda yanımızda olmayanlar, "Ergenekoncu" yaftasını yememek için bizden selamını bile esirgeyenler ne hikmetse birden bire bizden yana görünmeye başladı...

2007'de "sağcılar MHP'ye, solcular CHP'ye" dediğimizde kulak tıkayanlar, şimdi en şirin halleriyle aynı nakaratı söylüyorlar. Ama yine hep nalıncı keseri gibi... "Bana gelin ama benden bir şey istemeyin..."

İstemeyiz elbette...

Tek isteğimiz, tek düsturumuz var çünkü: VATAN, NAMUS ve AHDE VEFA...

Vefayı en çok hak eden kim? 2 yılı aşkın süredir Silivri'nin rutubetli dört duvarı arasında bile hala haykırmaya, "bu bayrağı dirim değil, ölüm bile bırakmayacak" demeye devam eden kim?

İşte şimdi bu vefayı göstermenin, çatal yüreğimize gönül borcumuzu ödemenin zamanıdır.

O'nlar ne kadar niyetliyse Tuncay'ımızı bırakmamaya, biz de o kadar kararlıyız elbirliğiyle gözümüzün nurunu çekip zindandan çıkarmaya...

Madem ki elin PKKlısı milletvekili olup girdi Meclis çatısına, madem ki bu yol bölücüye bile hak görülüyor; tek derdi "tam bağımsız, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti" olan Tuncay Özkan yüz kere, bin kere, milyon kere hak ediyor...

Sevgili dostlar;
İki sorum var sizlere yol haritamızı belirlemek üzere... Yaparız dersek yaparız dün olduğu gibi, yarın olacağı gibi...



Bunu bir mini anket gibi düşünüp tüm arkadaş gruplarımızla paylaşalım ve harekete başlayalım.

GÜN, HAREKETE GEÇME GÜNÜDÜR!..

19 Ekim 2010 Salı

Yeni Akım: İNTERNET EDEBİYATI

Geçtiğimiz günlerde internet üzerinde kurulmuş bir sanat grubunun düzenlediği panelde, panelistlerden Veysel Çolak sözkonusu grubu sanatçı kabul etmedi, "siz 'sanal'sınız... herhangi bir tüzel kişiliğiniz yok" dedi.

Kendince haklıydı... Teknolojiden uzak, kendini yazıya adamış, yeniliklerden habersiz yaşayan bir sanatçının internetteki bu taze kaynağı görmezden gelmesi normal karşılanabilir. Ama inkar edilemez bir gerçek var ki "internet kuşağı" sanatçıları gümbür gümbür geliyor.

Bir zamanlar basılı dergilerin kıyısından geçmeye cesaret edemeyen bir sürü "ürkek serçe" internet sayesinde kendilerini gösterebilme ve geliştirme imkanı buldu. Şimdilerde çoğunun basılı kitabı, bir zamanlar kapısından girmeye korktukları dergilerde yayınlanan sayfa sayfa şiirleri-yazıları var.

Her edebi akım başlangıç döneminde reddedilmiş, kabul görmemiştir. Ancak... ikinci yeni'den sonra belki de en geniş kitle hareketi sayabileceğimiz internet sanatçıları ile edebiyatın soluğu daha bir kuvvetlenmiştir.

Teknoloji geliştikçe ve sanatın genelgeçer kurallarını zorladıkça sanal ile gerçek arasındaki fark da giderek azalmakta. Artık sanal sanatçılar "gerçek" ürünleriyle realitenin içine sızıyorlar. Bu durumdan en çok rahatsız olanlar ise sanatı geçim kapısı yapmış olan "tüccar" anlayışlı dergi sahipleri.

Bir zamanlar eseri yayınlanan sanatçıya telif ödenirken, bu günlerde artık sanatçılar yazılarını yayınlatabilmek için dergi sahiplerine bedel ödemekteler. Oysa internet grubunun kimseye minneti yok. Çünkü adını duyurmak için dergilerden daha geniş kitleye hitap eden bir mecraya sahipler. Hal böyle olunca sanatın kaymaklı kısmında gözü olanların tepkisini çekmeleri de doğal elbette.

Ancak devran döndü ve yeni kuşak yatağını buldu, gürül gürül geliyor.


Kabul edilse de, edilmese de...


(Bu yazı, 2006 Kasım ayında yazılmıştır)

18 Ekim 2010 Pazartesi

SEN DEDİN, BEN ÖLDÜM...

Bana kollarını uzatsan biraz 
Sana kul olurum seven ne yapmaz

Uzaktan geçen bir yolcu gemisinin dalgalarıyla dövüyorsun ruhumun yosunlu ve sarp kıyılarını. İçli denizci seslerinden sevda türküleri yankılanıyor tuzlu suyun her kabarışında ve her aklıma gelişinde. Oysa ben şarkı söylemek yerine o şarkıyı yaşamak istemiştim yalnızca, masumca...

Gel öldür bu ömür böyle tükensin
Sana bin can feda seven ne yapmaz


Sen, yüzünü döndüğün maviliğe doğru her gün bir adım daha ilerlerken, benim için her gün bir adım daha ulaşılmaz oluyordun. Çaresiz, elim kolum bağlı bekliyordum makus kaderi, ufukta kendini yok edeceğin o malum zamanı... Yokluğun yokluğum olacaktı, biliyorum. Sensizliğe ayarladım ömrümün saatini ve tik takların tükenmesini beklerken yazmaya başladım sana dair bende olanı...

Bu gönül uğruna neye katlanmaz
Öl desen ölürüm seven ne yapmaz


"İstediğin her şey"di yaşama sebebim ya da "istemediğin hiçbir şey". Göz hizanda duran varlığım sadece senin olmamı istediğin süre kadar ve olmamı istediğin şekilde kalacaktı. Ve bir gün... "ol" yerine "öl" diyecektin istemesen de. Şerefli bir madalya gibi boynuma asacaktım sonra ben de ağzından çıkan tek kelimelik yaftayı.

Gel öldür bu ömür böyle tükensin
Sana bin can feda seven ne yapmaz


Verilmiş bir söz bu, sonucu bilinerek başlanmış bir lades. Tıpkı, kanatlarını güneşe yönelten İkarus gibi, üç gün kelebek olmak için kozasını ören aceleci tırtıl gibi, yalancı bahara çiçeklenen erik ağacı gibi... Neyse yaşanacak olan yaşanmalı. bir gün, bir yıl, bir mevsim, asır ya da bir dakika... Neyse o, ama dolu dolu...

Neden diye sorma; "öl dedin, öldüm..."

16 Ekim 2010 Cumartesi

BİZ DE ERGENEKONCU MUYUZ?..

Demokrasinin ve hukuk kurallarının çiğnendiği günler yaşamaktayız.

Bir demokratik hak olarak vatanını ve Atatürk devrimlerini korumak için meydanlara inen, 13 kez tekrarlanan Cumhuriyet mitinglerinde endişesini dile getiren halk ve önderlerine karşı başlatılan sindirme, yıldırma ve yıpratma operasyonuyla dalga dalga, onlarca aydın gözaltına alınmış, mitinglere destek veren ve öncülük eden demokratik kitle örgütlerinin binaları ve yöneticilerinin evlerinde aramalar yapılmış, evrak, kayıt ve diğer belgelerine el konulmuş, hukuk dışı telefon dinleme ve delil toplama yöntemleriyle olmayan bir suç ve suçlular yaratılmaya çalışılmıştır.

Ulu önder Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nde Atatürkçülük bölücü bir ideoloji, Atatürkçüler ise terörist olarak damgalanmıştır. Öyle ki, bazı kişilerin suç isnatlarında "evinde Bursa Nutku bulundurmak" gibi garabetler iddianameye girmiştir.


Tek amacı her türlü tehdide karşın Misak-ı milli sınırları içerisinde vatanın bölünmez bütünlüğünü savunmak olan Cumhuriyet Mitinglerine katılan halk darbecilikle suçlanmış, var olan iktidarın karşısındaki her muhalif ses aynı çanakta eritilerek bir kavram kargaşası ve akıl karışıklığı yaratılmaya çalışılmıştır.

Ne idüğü belirsiz tanıkların ne şekilde alındığı belli olmayan ifadelerine dayanarak, delilden suçluya gitmek yerine önce suçlu ilan edip ardından suçu ispat etmeye çalışan zihniyet aynı zamanda bu güne kadar görülmemiş bir hukuksuzluğun ve yasa tanımamazlığın da baş aktörü olmuştur.

Ne insan hakları, ne de özel yaşamın dokunulmazlığı gibi kavramların hiçbir anlam ifade etmediği bu süreçte yaşananlar, adında "adalet" kelimesi barındıran iktidar partisinin yüz karasıdır, gerçek yüzüdür.

"Ucu açık" diye ifade edilen yargılanma sürecinde aylardır sağlıksız koşullarda tutuklu bulunan yurtseverlerin daha ne kadar bu süreç belirsizliğinde kalacakları ve daha ne kadar böylesi psikolojik baskılara maruz kalacaklarının da "ucu açık"tır.


Demokratik kitle örgütleri, silahlı kuvvetler ve medya kuruluşları mensuplarının ardından, Türkiye'nin aydınlık geleceğini yaratmaya çalışan kuruluşlar ve üniversitelere kadar uzanan "Ergenekon" garabeti giderek genişlettiği bu çemberle halk üzerinde büyük bir korku, yılgınlık ve ümitsizlik dalgası yaymaktadır. Artık dinlenme korkusuyla hiç kimse telefonlarda bile rahatça konuşamamakta ve neredeyse en yakın aile bireylerinden dahi şüphe edecek duruma gelmektedir.

Susurluk artıklarıyla Cumhuriyet ve demokrasimizi korumak için mücadele edenleri aynı dava kapsamında gözaltına alıp, şimdiye kadar çözülmemiş ne kadar faili meçhul varsa, ülkenin başına musallat olmuş ne kadar bölücü faaliyet ve kaynağı belirsiz terör örgütü varsa hepsi bu varlığı kanıtlanamamış örgütün marifetiymiş gibi gösterilmeye çalışılarak, "yandaş" medyanın da katkılarıyla bütün aydın ve vatanseverlerin ismi karalanmakta, lekelenmeye çalışılmaktadır.

Ancak bunu yapanlar; emperyalist güçlerle işbirliği yaparak kendi faşist iktidarını sağlamlaştırmaya çalışanlar bilmelidir ki, atmaya çalıştıkları çamurlar "vatan, namus, ahde vefa" için kendisini öne atmış ulusalcıların üzerine yapışmayacak, ama o çamuru atan eller hep lekeli kalacaktır.

Bizler; Mustafa Kemal Türkiye'sinin ilerici çocukları ve bu vatan topraklarının yılmaz bekçileri olarak şimdi soruyoruz:

"Biz de Cumhuriyet Mitinglerine katıldık. Bizler de Ergenekoncu muyuz?"...

11 Ekim 2010 Pazartesi

ŞU BİZİM ERMENİ MESELESİ

1926 yılında basılan Büyük Sovyet Ansiklopedisi'nin üçüncü cildinde bizleri çok yakından ilgilendiren bir yazı yayımlandı. V. Gurko-Kryajin imzasıyla yer alan metnin başlığı "Ermeni Sorunu" idi. Söz konusu yazının Türkçe çevirisi 1998 yılında Aydınlık, 2005 yılında da Berfin Bahar Dergisi'nde yer almıştır. Bizler için önemi ise, henüz olaylar sıcakken ve tarafsız bir kalem tarafından yazılmasından kaynaklanmakta. 

Bu metne göre; Ermeni sorunu, büyük devletlerin Türkiye'nin zayıflatılması ve daha kolay sömürgeleştirilmesi arzusuyla ortaya çıkıyor. Oysa o yıllarda Türkiye Ermenileri'nden çiftçilikle geçinen Doğu Anadolu'dakiler haricinde sıkıntısı olan yok. O bölgedeki sorun ise, hızlı nüfus artışıyla yerleşik hayata geçen ve dağlık bölgelerde topraksızlık nedeniyle Ermeni çiftçileri göçe zorlayan, topraklarına el koyan Kürtlerden kaynaklanıyor. Kürtlerle kan davasına dönüşen, katliamlara yol açan bu tablo, durumdan vazife çıkaran Rusya ve Rusya'nın bölgedeki nüfuzundan rahatsız olan İngiltere'nin de müdahil olmasıyla içinden çıkılmaz şekle bürünüyor. 

Ancak; Rusya'nın desteğini çekmesiyle İngiltere de Ermenileri bırakmış, Türkiye Ermenileri için zor günler başlamıştır. Özellikle 1890'lı yıllarda Kürtlerin baskısının artması neticesinde Rusya'da kurulan Hınçak ve Taşnaksütyun partileri Türkiye'ye propagandist ve ajitatörler göndermiş, gerilla grupları oluşturmuştur. Ermenilerin bu gerilla hareketine ise Türk hükümeti çok sert yanıt verdi. Batı ülkeleri bu olaylara mesafeli yaklaşmasıyla diğer ülkelerden beklediği desteği bulamayan Taşnaksütyun partisi, bu kez Osmanlı İmparatorluğunun muhalif partileriyle 1907 yılında Paris'te bır dizi kongre yaptı ve bu kongrelerde devleti devirme planı kabul edildi. 

Bir dizi görüşmeden sonra Ermeniler Rusya'nın da baskısıyla 1914 yılında Doğu Anadolu bölgesinde reform yapılmasını öngören bir anlaşmayı Türklere imzalatmayı başardı. Buna göre Ermeniler geniş bir özgürlüğe kavuşuyor, yönetimde, dilde, askerlik ve diğer alanlarda bu reformların büyük ülkelerin kontrolü altında yapılması gerekiyordu, özellikle Rusya'nın. Ancak, akabinde başlayan 1. Dünya Savaşı ile Rusya kendi derdine düşünce, bu desteği kaybeden Ermenilerin durumu daha kötüleşti. Ama 'Büyük Ermenistan' hayallerinden vazgeçmeyen Ermeniler Türk ordusundan kaçan askerlerle gönüllü çeteler kurarak Türk hükümetine karşı eyleme geçtiler. Bu çatışmalar sırasında bir grup Ermeni hayatını kaybetti, bir bölümü Rusya'ya kaçtı, bazısı da Müslümanlığı kabul etti. 

Rusya'daki 1917 devrimi Ermenilerle Ruslar arasında yeni bir ilişkiler zinciri başlattı. Ermeniler, 1. Dünya Savaşı'nda Rusya tarafından işgal edilen Türk topraklarının Rusya'da kalmasını talep etti. Hemen arkasından bölünmüş üç cumhuriyet birleştirilerek Transkafkasya Birliği kuruldu, yeniden Türk-Ermeni tartışmaları gündeme geldi. Taşnakların Ermeni Cumhuriyeti Kars ilini, 18. yüzyılda Erivan kazasından gasp olunmuş toprakları vs. Ermenistan'a dahil etti. Bununla da yetinmeyip Gürcistan ve Azerbaycan'ın da bir bölümünde hak iddia ettiler. İngilizlerin Transkafkasya'yı işgali sırasında buraları da zorla topraklarına dahil etmek istemeleri üzerine uzun ve kanlı savaşlar çıktı. O sıralar bütün gücünü Rusya'yla arasındaki savaşa harcayan İngiltere'den de bekledigi desteği alamayan Ermenilerin bölgedeki nüfusu % 20'den fazla azaldı. 

1919 yılında İran'la anlaşması ve İstanbul'un işgaliyle Ortadoğu'daki durumunu sağlamlaştıran İngiltere Ermenilere karşı daha mesafeli davranmaya başladı. 1921 yılında St. Remo konferansında Batı Avrupa'dan ABD'ye devredilen Ermeni sorununda Amerikalılardan da beklediği desteği bulamayan, 1920 yılında Ankara hükümetinin Kilikya'ya gönderdiği orduyla köşeye sıkışıp barış imzalamak zorunda kalan Fransa'nın bölgeyi terk etmesiyle iyice yalnızlaşan Ermeniler, şovenist-ırkçı politikalarını yine de sürdürdüler. Öncelikle Rusya ve Ankara Hükümeti arasında gelişen dostluk ilişkilerini bozmaya çalışan Taşnaklar, aynı zamanda Türk hükümetinin batı bölgelerinde yeni açtığı cephelerde Ankara'ya karşı harekete geçti, İngilizlerden elde ettikleri silahlarla Doğu Anadolu'da Müslümanlara karşı soykırıma başladı, pek çok yerleşim bölgesini yakıp yıktı. Türkler de Karabekir ve Halil Paşanın birlikleriyle sert bir şekilde karşılık verdi. Bütün ordusu dağılan Ermenistan anlaşma yapmak zorunda kaldı ve işgal ettiği bütün topraklardan çekildi, bu günkü Türkiye Ermenistan sınırı çizildi.
 

**********

Yukarıda özet vermeye çalıştığım olaylardan da anlaşılacağı üzere, ortada bir "gerçek sorun" olsa çözüm bulmak kolay olacak. Asıl sorunumuz ise, "olmayan bir soruna çözüm üretememek"ten kaynaklanıyor. Batılı devletlerin iç politika malzemesi olarak kullandıkları Ermeni meselesi, politikacıların kendi ülkelerinde dahi alaya alınmalarına yol açmakta. Bu nedenle geçtiğimiz yıllarda Fransa'da kabul edilen karar tasarısının ardından Fransız tarihçi-yazar Jean-Michel Thibaux, ülkesini protesto için Türk vatandaşı olmak istediğini söylemişti. Bunun icin Amerikan senatosu televizyonların komedi şovlarına konu olmakta, basın kuruluşları basiretsiz ve tutarsız politikacılarını yerden yere vurmakta. 

Hal böyle ama, biz yine de Pontus ve Süryani meselelerinin de yakın zamanda karşımıza çıkarılması ihtimaline karşı hazırlıklı olalım...

4 Ekim 2010 Pazartesi

CEMAAT NEYLESİN?..

Diyarbakırlı imam, Bodrum'da kokain satarken yakalandı

Alaattin Tofan, polislere "Ben imamım. Benimle uğraşmayın. Sizi üfleyerek bağlarım, Hareket edemezsiniz, kokainman olursunuz. Buraya tatile gelmiştim. Parasız kalınca üzerimizdekileri satıyorduk" dedi. (Hürriyet, 26 Temmuz 2006)


İmam esrar satmak isterken yakalandı

Muğla'da, Yaraş Köyü'nde görev yapan 37 yaşındaki imam E.Ö. polise esrar satmak isterken suçüstü yakalandı. E.Ö'nün esrarı görev yaptığı caminin arkasında bulunan tarlada yetiştirdiği tespit edildi. (Hürriyet, 1 Ekim 2005)


İmamın bahçesinde 88 kök hint keneviri


Bolu'nun Mengen İlçesi'ne bağlı Kuzgöl Köyü imamı Selami Demirok'un (48), oturduğu lojmanın bulunduğu köy konağının bahçesi ile Avşar Köyü'ndeki evinin bahçesinde hint keneviri yetiştirdiği ihbarını alan İlçe Jandarma Komutanlığı ekipleri baskın düzenledi. (Hürriyet, 2 Temmuz 2004)


Pornocu imam


Aydın'ın Nazilli ilçesinde, küçük yaştaki çocuklara cep telefonundaki porno görüntüleri seyrettirdiği iddia edilen köy imamı, çıkarıldığı mahkemece tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. (Hürriyet, 25 Nisan 2006)


Kuran öğrencisine iç çamaşırı hediye eden imama tahliye


Mersin'de merkeze bağlı Mezitli Beldesi'ndeki Fatih Camii'nde Kuran kursu öğrencisi 14 yaşındaki F.M'ye kırmızı iç çamaşırı hediye ettiği iddiasıyla 50 gün önce tutuklanan cami imamı 37 yaşındaki Veli Çelik, ailenin şikayetinden vazgeçmesi üzerine mahkeme ara kararıyla tahliye edildi. (Hürriyet, 18 Eylül 2005)


Öğrencisine tecavüz eden imama 10 yıl hapis


Samsun'un Kavak ilçesinde Kuran Kursuna gelen kız öğrencisini alıkoyup tecavüz ettiği iddiasıyla daha önce 10 yıl 10 ay hapse mahkum olan sanık, Yargıtayın bozma kararı üzerine yeni TCK hükümlerine göre yargılandığı davada aynı cezaya çarptırıldı. (Hürriyet, 17 Nisan 2006)


Liseli kızla birlikte olan imam tutuklandı


Ümraniye'deki Yenidoğan Hz. Ebubekir Camii'nin 39 yaşındaki imamı H.Ç., 14 yaşındaki liseli kız öğrenci N.A'yı alıkoymak suçlamasıyla tutuklandı. (Hürriyet, 29 Ekim 2006)


İmam özürlü çocuğa tecavüz etti


Bilecik'in Söğüt ilçesinde İ.C. adlı cami imamı, 15 yaşındaki zihinsel engelli M.Y. adlı erkek çocuğa tecavüz ettiği iddiasıyla tutuklandı. (Hürriyet, 31 Mayıs 2007)


Tacizci Kuran kursu müdürü çıktı


KIRIKKALE'de, Kuran kursu da verilen özel bir erkek öğrenci yurdunun müdürü 32 yaşındaki M.M., arabasına aldığı ilköğretim okulu öğrencilerini taciz ettiği iddiasıyla gözaltına alındı. Adliyeye sevkedilen M.M., çıkarıldığı nöbetçi mahkemede tutuklanarak cezaevine gönderildi. (Hürriyet, 10 Kasım 2007)


Köy imamına cinayetten 12 yıl hapis


Trabzon'un Beşikdüzü İlçesi'ne bağlı Anbarlı Köyü'nde, bir kişiyi öldürdüğü suçlamasıyla yargılanan köy imamı, 12 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. (Hürriyet, 23 Aralık 2005)


Kaplancı imamın evinde porno DVD'ler bulundu


Konya İl Jandarma Komutanlığı istihbarat ekipleri, Selçuklu ve Meram İlçeleri'nde küçük yaştaki çocuklara yatılı olarak dini eğitim verilen şeriatçı 'Kaplancılar' örgütüne ait 2 örgüt evi belirledi. Yapılan operasyonda örgütün Konya İl sorumlusu olduğu iddiasıyla 13 kişiyle birlikte gözaltına alınan 75 yaşındaki emekli imam Hüseyin Sarı'nın evinde porno DVD'ler ve gizli kameralar ele geçirildi. (Hürriyet, 4 Mart 2004)


İmamdan 'üflerim şişer kalırsın' tehditi


Bolu'da, cami ihtiyaçlarını karşılamadığı gerekçesiyle Siteler Camii'ni yaptıran Bolu Kültür ve Yatırım Vakfı üyelerinden Ali Öztürk'e, "Sen hiç hoca dayağı yedin mi? Seni bir okur üflerim, ne işeyebilirsin, ne büyük abdestini yapabilirsin, şişer kalırsın" diye tehdit ettiği iddia edilen İmam Ömer Dindar hakkında soruşturma başlatıldı. (Hürriyet, 7 Şubat 2006)


İmam eski kilisede kaçak kazı yaparken yakalandı


Kayseri'de bir ihbarı değerlendiren Melikazi İlçesi Gesi Beldesi jandarma ekipleri, önceki gün saat 22.00 sıralarında Kayabağ Mahallesi'ndeki Ermeni kilisesine baskın düzenledi. (Hürriyet, 7 Kasım 2006)


2 imama kaçakçılıktan gözaltı


İzmir'in Karşıyaka İlçesi'nde biri emekli 2 imam, tarihi eser kaçakçılığı yaptıkları iddiasıyla gözaltına alındı. (Hürriyet, 12 Mayıs 2004)


Zimmetçi imamın 15 yıl hapsi isteniyor


Adana'da, Pakistan'daki depremzedelere yardım için toplanan paraları zimmetine geçirdiği iddia edilen imam 47 yaşındaki Cuma Sarı, 15 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanmaya başladı. (Hürriyet, 4 Ekim 2006)


Emekli imam camiyi soydu


Konya'da emekli imam 52 yaşındaki Ali Rıza Değirmenci, Meram'daki bir camiden halı, kilim ve pirinç şamdan çalarken yolda kar temizliği yapan işçilere yakalandı. (Hürriyet, 28 Aralık 2002)


İmamın yalanı DNA'ya takıldı


Cinayeti arkadaşının işlediğini iddia eden imam, kurbandan gasp edilen paranın üzerindeki kanın kendisine ait olduğu DNA raporuyla ortaya çıkınca şok oldu. (Hürriyet, 25 Ekim 2003)


***


Hepinizin bildiğine emin olduğum meşhur bir söz vardır hani: İmam yellenirse cemaat hacet giderirmiş.


Buyrun, hal-i pür melalimiz...

BENİM "YAZLIK" SİNEMALARIM

- Buyur bey, kahven…
- Hayırdır Letafet? Sen kolay kolay ben söylemeden kahve yapmazdın. Ne istiycen de bakem?..
- A aaa.. Günahımı alma Himmet, daha geçen hafta da yaptıydım ya.
- Hıhı… Sonra da benden tırtıkladığın paralarla aldığın pazen geceliğini gösterdindi, hatırlamaz mıyım.
- Tırtıklamadım, mutfak masrafından kıstımdı o paraları ben.
- Helbet… Kaç zamandır fasulyeyi etsiz çorbayı salçasız pişirmenden belli nasıl kıstığın.
- Aman… Sana da iyilik yaramaz zaten. İçmeyeceksen dökerim , töbe töbe…
- Tamam tamam, getir hele. Bi de küllük getir de keyif cıgarası tellendireyim bari.
- Peki… Beey…
- Hıı?
- Şey…
- Karı geveyleyip durma lafı. Tamam, hazırım… çıkar bakalım şu baklayı ağzından.
- Dün akşam Sıdıkagiller sinemaya gitmişler. Pek bi güzelmiş film. Haydar bile beğenmiş, hatta o akşam Sıdıka’yı dövmemiş.
- Hah… Şimdi anlaşıldı kahvenin kerameti...
- Hani diyorum ki hava da güzelken… Ali Efendi’den de 250 gram çekirdek alsak… hani çıtlata çıtlata… Termosnan çay da alırız yanımıza. Hı?
- E hadi iyi bakalım. Hazırlanın. Çocuklara da söy…
- Hazırız biz. Kerem Ali Efendiye gittiydi zaten. Ayşe de çayı termosa döküyor.
- ...

***

- Himmet böyle mi gideceksin sinemaya? Ayıp bey…
- Nesi ayıpmış? Elin adamı herkesin ortasında cıbıl kalıyor ayıp olmuyor da benim pijamayla gitmem mi ayıpmış?
- Destur bismillah. O film bey. Cıbıl gezinen de artiz.
- Ben anlamam. İşinize gelirse. Ya da kırın bacağınızı oturun evinizde. Hem televizyonda da Küçük Ev vardı, onu seyrederiz.

***

- Lan Haydar… Siz dün gelmemiş miydiniz bu filme? Pek beğendin de bi daha mı geldin yoksa?
- Olur mu lan. Sıdıka dedi, asıl siz gelmişsiniz dün, pek beğenmişsiniz.
- Letafeeeeettttt!....
- Şeyyy… Kem.. küm… Ben yanlış anlamışım herhalde bey. Çayını soğutma hadi. Bak ışıklar da söndü, başlıyo film.
- Eve gidince sorarım sana bunun hesabını karı. Serin serin vantilatör karşısında Lora’yı seyretmek varken…
***

- Kız Sıdıka sen de mi aynı yalanı uydurdun gözü kör olmayasıca?
- Heya. Ne yapem, başka türlü gıçını kaldırmıy ki bizimkisi. Kış uykusuna yatmış ayular gibi koltuğun üstünde bütün gece homur homur homurdaniy.
- Kikiki
- Kikiki

***

- Kız Ayşe… Nereye bakıp duruyorsun sen öyle? Film bu tarafta oynuyor.
- Aman Kerem, nereye bakıcam? Filiz’nen abisi de gelmiş de onlara selam verdiydim.
- Bana bak zaten kulağıma bişeyler çalındıydı.. Bi daha öyle sağa sola göz süzüp fingirdeştiğini görürsem kırarım kemiklerini. Hatta kırdıktan sonra üstüne babama da söylerim iliğini kemiğinden ayırır Allah’ıma kitabıma…
- Aman iyi be… Ben de Filiz’nen senin aranı yapmam o zaman. Hem de gizli gizli sigara içtiğini söylerim babama. O çorabındaki paket ne?
- Sus kız… Tamam… Şişşt Ayşe… Filiz’in de bende gönlü var mı kız, sordun mu?
- Bilmem ki… Beni babama söylicen mi?
- Sen hele bi Filiz’i razı et, gerisini düşünme bacıların hasosu…
- Tamam… Yarın ders çalışmaya diye gider konuşurum. Kikiki…

****

- Letafet, Fırıncı Musa’nın kızı kocaya kaçmış diyler, duydun mu gıı?
- Aman sus sus Sıdıka duydum vallaha. Zaten o kız yolluya benziyordu.
- Hee… Tevekkeli değil bizim oğlanlar hiç bi yere gitmez de ekmek almaya deyince seyirte seyirte giderlerdi. Kimbilir kaç denesine mavi boncuk dağıttıydı…
- Zavallı Musa’nın karısı da utancından evden dışarı adımını atmıyormuş kaç gündür. Gündeliğe bile gitmiyormuş birileri yolda çevirip kızını sorar diye.
- Ya ya… Allah düşmanıma vermesin vermesin böyle dert Letafet bacıı…
- Bana bak kız, yarın geçiyorduk uğradık diye gidip bi ağzını yoklayalım mı?
- Tamam, gidek… Haydar’a seninle aşurelik buğday bakmaya çarşıya ineceğimi söylerim.
- Tamam. Kikiki…

***

- Lan Haydar, Meyhaneci Halil iki yeni konsomatris getirtmiş gördün mü?
- Şşşt… sus be Himmet, karıları işkillendirecen. Akşamdan akşama üç kuruşluk zevkimiz var, onun da içine edecen.
- Onlar film seyrediyor oğlum duymazlar bizi.
- Sen bilmezsin, bizimkinin kulakları askeriye telsizi gibidir hemi vallah hemi billah. Hişt… Lan… Ama işini biliyor bu keraneci değil mi? İkisi de ilik gibi mübarek.
- Tabi oğlum. Gemiynen Rusya’dan getirtmiş diyorlar. Süt gibi bembeyaz namussuzlar.
- Yarın akşama iş çıkışında bi uğrayıp hatırlarını sormak lazım.
- Tamam… Yarın akşam seninle bizim eski vardiya amirine ziyarete gidiyo olalım o zaman.
- Tamam, hehehe

****

- Off… Kuru sandalyenin üstünde kemiklerim kıçımdan çıktı vallaha Letafet…
- Ay öyle deme bey… Pek bi güzeldi film. Hemi temiz hava da almış olduk, fena mı.
- Öyle öyle… Güzeldi film. Haa… Yarın akşam geç gelirim ben. Haydar’lan bizim eski vardiya amirine uğrayacaz. Gönül koyuyormuş hiç uğramadık diye.
- Tamam bey; biz de zaten Sıdıka’ynan aşurelik almaya inecektik çarşıya. Ayşe de Filiz’le ders çalışacakmış, çok zor bi imtihanı varmış okulda.
- İyi iyi, çalışsınlar. Hadi yatalım, Allah rahatlık versin…
- Allah rahatlık versin…

1 Ekim 2010 Cuma

DAĞINIK BİR BÖLÜNME/ME YAZISI...

Hep söylüyorum, yine söyleyeyim: Ne doğunun, ne batının örnekleri bu ülkenin yapısıyla örtüşmez. Bu nedenle hiç kimse IRA'yı, ETA'yı örnek göstermeye kalkmasın boşuna.

Anadolu coğrafyası yüzyıllardır göç yolu olarak kullanılmış. Bu nedenle bizdeki kültürel zenginlik, mozaik yapı başka hiçbir yerde görülmez.

Doğaldır ki etkileşimler olmuş, karışma/kaynaşma gerçekleşmiştir. Bir kaç istisna dışında hangimiz ailemizde kesinlikle Kürt yoktur diyebiliriz? Ya da tam tersi, hangi Kürt bunun aksini iddia edebilir?

Bu göçebelik esnasında töreyi de, gelenek göreneği de kaynaştırmışız. Hatırlayın; daha 3-5 yıl öncesine kadar Nevruz'u sadece Kürtler kutluyordu lastikler yakarak, zılgıtlar çekerek...  Sonra bir baktık ki Azerbaycanda yıllardır kutlanıyor, en eski Türk şenliklerinden biriymiş... Şimdi her yerde kutluyoruz.

Lazı, çerkezi, çingenesi (roman demeye bir türlü alışamadım) aklınıza hangisi gelirse hepsi için aynı...

Bu nedenle anlayamıyorum ben. Birden çok resmi dilin konuşulmasına karşıyım ama, eğer bu ülkede İngilizce mağaza isimleri olabiliyorsa kürtçe de olabilmeli. Hiç çekinmeden yazılabilmeli.

Lazca eğitim öğretim dili değil ama bütün Karadenizliler biliyor Lazcayı. Konuşmalarında da bir engel yok kendi aralarında. Kürtçe için durum farklı mı?

Folklorik özellikleri her bölgenin kendine has ve hepsini zevkle izliyoruz. İzliyorduk... Terör belası çıkmadan önce olmayan korkular sardı insanları. İş yaptığım Kürt müşteriler bile yeşil-kırmızı-sarı renkleri bir arada görünce hemen değiştirmemi istiyor şimdi.

Düne kadar kimse kimsenin etnik kökenini bilmezdi, merak etmezdi. Ancak lakaplarda geçerdi "Kürt Memet", "Çerkez İsmail" vs. Kürt kelimesi yüceltici bir şeydi, doğruluğu, dürüstlüğü temsil ederdi, çocukluğunuzu hatırlayın.

Fakirlikse, ülkenin dört bir yanında yaşanıyor, hep birlikte... İzmir'in metropole en yakın köylerinde çıplak ayakla okula giden çocukların resimlerini görseniz yüreğiniz dayanmaz. Bu ayrımcılık değil, aksine, kader ortaklığımız bizim. İşsizlikse her yerde... İşi olmadığı için evlenemeyen gençler, alacaklarını toplayamayıp borcunu ödeyemediği için gurur meselesi yapıp intihar eden iş adamları üçüncü sayfaların alışılagelmiş haberleri oldu artık.
...

Peki nedir bizleri bu duruma sokan? Fırsatını yakalasak birbirimizin gözünü oyacak hale nasıl geldik?

Siz ister misiniz oğlunuzun askerde çatışmaya girmesini?

Terörist de olsalar onların da ana babası var, onlar da istemez gözbebeklerinin bile bile kör kurşunların üstüne gitmesini...

Peki sebep?..

Sebep çok basit...

Bölgedeki feodal yapı ve rant kavgası...

Bir kısım aşiret, devleti almış arkasına, kendi köylüleri için aldıkları yardım ve teşviklerle sefa sürüyor, bir kısım aşiret de kaçakçılık, uyuşturucu ve silah ticaretiyle gününü gün ediyor.

Tabii öte yandan terörle mücadele için silahlanmaya dünyanın büçesini ayıran devletin bu zafiyetini kullanan silah satıcıları da üstüne tuzu biberi bu işin.

Devlet bölgeye yatırım götürmüyormuş, hikaye... O bölge için düzenlenen yatırım ve teşvik planları, ayrılan ödenek hiçbir bölgeye verilmiyor. Ama bu paralar maalesef yatırıma değil, doğrudan ağanın kasasına giriyor.

İşte sorun burada başlıyor... Bölgede sorun biterse, ağanın kasasına giren para azalır. Ağa bunu ister mi? İstemez. İstemezse ne yapar? Bir yandan devletin yanında görünür, servetine servet katar;  öte yandan gizli gizli bu meseleyi körükler...

Peki ağalık sistemi ve feodaliteyi çökertmenin yolu nedir?
Toprak reformudur...

Verirsin hazine topraklarını bölge insanına, ağasına ihtiyac duymadan ekmeğini kazanmasını sağlarsın; karnı doyan, işi olan adam da ne teröre bulaşır, ne devlete baş kaldırır.

Çok güzel diyorum da çözüm bu kadar basitse başımızdakilerin neden aklına gelmiyor, değil mi?..

Geliyor. Sürekli akıllarında... Ama elleri kolları bağlı.

Bu siyasi partiler yasası ve bu seçim sistemi olduğu sürece hiçbir parti babayiğitlik yapıp da aşiretleri kızdırmayı göze alamaz.

Bölgede siyasi parti teşkilatları aşiretlerin elindedir çünkü... Bakın meclise... Bölge milletvekillerinin hepsi ya ağa çocuğu, ya da akrabası... Teşkilatlara bakın, hangi aşiretin elindeyse parti, tüm delegeler aynı aşiret mensubu...

Eee... bu devran böyle mi gidecek?

Gitmeyecek tabii...

Eğitim şart diyoruz ya... Bölge insanı için gerçekten eğitim şart. Çünkü dışarıdan değil, ancak kendi içinden yıkılabilir feodalitenin surları... Orada, o yaşam koşullarına neden hapsolduğunu gösterebilirsek ilk adım atılmış olur.

Dünyanın neresine bakarsanız bakın, terörün olduğu yerde uyuşturucu ticaretinin, silah ve insan kaçakçılığının, rantın da kol kola gezdiğini göstermek, lisan-ı münasiple anlatabilmek kafi bunun için.


Azimle, yılmadan, taviz vermeden ama aynı zamanda baskı uygulamadan yürütülecek bir plan ile her şey düzelir, tekrar dönülür 30-35 yıl öncesinin huzurlu günlerine. 

 
Unutmayın; bazen çok karmaşık gibi görünen sorunların çözümü bu kadar basittir.

30 Eylül 2010 Perşembe

HİSARCIK ÇIKMAZI

-1-
Siz bilmezsiniz burayı. Ama benzerlerini mutlaka görmüşsünüzdür bir yerlerde gezerken, geçerken. Eni konu 50-60 metredir bizim sokak. Hani, şu gecekondudan hallice, birbirine yaslanmasa yıkılacakmış gibi duran evlerin bulunduğu sokaklardan. Bir ucu istinat duvarıyla kesiktir ve öte ucu toprak yola açılır Hisarcık Çıkmazı'nın.

Girin sokağa, Çıkıkçı Fevziye'nin evini kime sorsanız gösterir. Sağ kolda, sondan bir önceki üç basamaklı Rum evi. İşte bu, bizim ev. Fevziye de annem. Elinden her iş gelir maaşallah. Mahallenin sıhhiyecisi gibi çalışır. Kırık çıkıkta namını duymayan kalmamıştır. Zengin semtlerinden bile getirirler şımarık çocukları cicili bicili giysileri ve tüm huysuzluklarıyla. Kupa mı çekilecek, Fevziye koş; iğne mi yapılacak, aman Fevziye yetiş; Fevziye sülük tuttur, Fevziye doğuma gel... Bir keresinde Hayriye Teyzegil’in itleri doğuramamıştı da onu bile annem ölümden kurtarmıştı.

Sokakta gördüğünüz en pasaklı ve sümüklü bebe de bizim ailenin son numarası Nezaket'tir mutlaka. Bakmayın öyle küçük olduğuna, mahallenin tüm çocuklarına illallah dedirtmiştir. Her sabah annem temiz pak giydirip sokağa salar, daha saati dolmadan ya çamura bulanır, ya kavga ederken üstü başı yırtılır, en olmadı ağaca tırmanırken düşüp bir yerlerini paralar.

Bir de babam var ama siz onu göremezsiniz. Biz de göremiyoruz çünkü... Sabah ezanından önce kalkar, demiryoluna ray döşemeye gider, mesaisi bittiğinde Hacı Ömer'in taksisinde şoförlük yapar, gece 12'de arabayı İzzet Amca'ya teslim edip saat 1 gibi eve gelir. Nasıl dayanır diye sormayın ben de bilmiyorum. Belki takside müşteri beklerken uyuyordur...

İşte bizim çekirdek aile... Hır gürü eksik olmasa da mutlu mesut yaşayıp gidiyorduk.

Ta ki...

-2-

Her şey normal başlamıştı. Annem her sabah olduğu gibi yine 3 kere seslenip uyandıramayınca terliği eline aldığı gibi "senden başka işim yok mu benim kör olmayasıca... Kalk zıkkımlan şu kahvaltını da yürü mektebine benim tepemin tasını attırmadan" diye banyoya kadar peşimden koştu, okulda bakkal Hüsamettin'in oğlu Zeki'yle kızların eteklerinin altından ayna tuttuk yine belli etmeden, her zamanki gibi. Çıkışta da Zeki'yle yolumuzu uzatıp top sahasının kıyısından dolaşarak bir yuvarlak taşı ayağımızla top gibi sürükleye sürükleye, birbirimize çalım ata ata geldik mahalleye.

- Lan Zeki... Şu sizin dükkandaki yeni gelen dergiyi aşırsana. acaip avrat resimleri varmış içinde, İzzet Amca babama derken işittiydim.

-Olmaz oğlum, onların naylonu özel... Açıldımı bir daha kapanmıyor. babam ağzıma sıçar valla...

-İyi lan, zaten ne zaman yaralı parmağa işedin ki?.. Hadi görüşürüz...

Toprak yoldan bizim sokağın sapağına geldiğimde bir tuhaflık olduğunu anladım. Bizim sümüklü Nezaket sokakta yoktu. Evin önünde babamın geceleri çalıştığı taksi duruyordu. Peki ama bu saatte İzzet Amca çalışmıyor muydu?

Beni sokağın köşesinde gören Kör Hafız'ın oğlu Saksak Ali aceleyle bizim eve yöneldi, açık olan kapıdan içeri girdi, kayboldu. Allah Allah!.. Ama annem her zaman için "hırlısı var hırsızı var, ne olur ne olmaz" diye kapalı tutmaz mıydı bu kapıyı?

Merak ve heyecandan adımlarımı hızlandıracağıma ayaklarım titremeye başladı; ikircikli bir yürüyüşle evin basamaklarına zor geldim. Bütün Hisarcık Çıkmazı bizim evde toplanmıştı. Zilli Hanife'nin düğününde bile böyle kalabalık yoktu yeminle.

Çantamı girişte bırakıp kalabalık arasından bulduğum yoldan tanıdık bir çift göz arayarak ilerledim. Annemle göz göze gelmemle onun feryadı basması aynı anda oldu...

- Halil'iiim... Yavruuummm, talihsiz bahtsız evladıımmm...

Babam annemin yanıbaşında oturmuş, bir yandan onu sakinleştirmeye çalışırken bir yandan da sesindeki titremeye ve gözbebeğinin ucundaki akmaya hazır damlacığa hükmetmeye çalışıyordu. Annemin iki yana açtığı kollarının arasına attım kendimi ne olduğunu çözmeye çalışırken. Ne olduysa; en güvenli, en sığınılacak yer O’nun göğsüydü çünkü. Ağlamayla karışık feryatlarının arasından çıkartabildiğim bir kaç kelime olan biteni anlamama yetmiyordu... Tam bu sırada, babam, o dağ gibi adam, koskoca Haydar Pehlivan omuzları düşmüş şekilde dişlerinin arasından tıslayarak ve sessizce ağlamaya başladı. Koyverdi sonra gözyaşlarını da haykırışlarını da..

- Ulan namussuzlar... Ulan şerefsizler... Ulan kahpeler... El kadar bebeye uçkur mu çözülür ulan haysiyetsiz köpekler...

-3-

...
Top sahasının yamacında, kocaman bahçeli bir Rum evi vardı eskiden. Bizim mahallenin ayaklı gazetesi Kadriye Teyze'nin anlattığına göre, Hristo adında huysuz ve yalnız bir adam yaşarmış burada. O öldükten sonra da sahipsiz kalmış, her geçen yıl buraların yoksulluğuna tanıklığıyla biraz daha yıpranmış, dört duvarıyla bir de bahçesini saran ayrık otları arasında inatla yaşayan incir ağacıdan başka bir şey kalmamış o heybetli yapıdan. Neden sonra, bu Hristo denen huysuzun kızı olduğunu iddia eden bir afet çıkmış meydana elinde tapuyla; müteahhide verip yıktırtmış yılların incirli konağını, üç bloklu bir apartuman inşasına başlanmış. Sonra, tarihi eser falan diye belediyeyle mahkemelik olmuşlar, inşaata kilit vurulmuş, 2 yıldır da öylece kazulet gibi mahkemenin sonuçlanması bekleniyor...

İşte o inşaatın bekçisi Kadir soysuzu, sabah toprak yoldan geçerken sokakta bizim Sümüklü Nezaket'i görüyor, ağaçtan incir koparmak yalanıyla bebeyi kandırıp inşaatın içine...
...
Sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı Hisarcık Çıkmazı'nda. Kardeşim Nezaket o günden itibaren yaşadıklarını suskunluğunda boğdu. Ağzından tek kelime duyan olmadı. Ağlarken bile gözyaşları sessiz yol alıyordu pamuk yumuşaklığındaki yanaklarından aşağı. Bir daha hiç sokağa çıkmadı, çıkmak istemedi. Annemle babamın gitmediği doktor, kapısını aşındırmadığı hoca, yapmadıkları kocakarı ilacı kalmadı ama nafile...

Annem çıkıkçılığı bıraktı. Hep kendini suçladı. O sabah Bulgarlar’ın Zarife'ye iğne vurmaya gitmeseymiş bunlar olmazmış. Artık tüm zamanını Nezaket’le geçiriyor. bebenin ağzından duyacağı tek bir "annem" sözü için ömrünün kalanını vermeye hazır, eminim.

Yılların Çıkıkçı Fevziye'si şimdi bırakın sabahları terlikle peşimden koşmayı, en affedilmez haydutluklarıma bile sesini çıkarmıyor.

Babam, Haydar Pehlivan öyle bir çöktü ki; anlatmak mümkün değil. Taksiciliği bıraktı. İş yerinde de amirleri onu daha hafif bir bölüm olan bakım onarım şefliğine atamışlar. Sonradan öğrendiğime göre, o talihsiz olayın bir hafta kadar ertesinde top sahasının yamacındaki inşaata gidip elindeki baltayla incir ağacını kesmeye kalkmış da 10-12 kişi zor zaptetmiş.

Şimdi her akşam iş çıkışı o incir ağacının karşısına geçip zihninde defalarca baltasını savurduktan sonra geliyor eve, neredeyse hiç konuşmadan gece yarısına kadar pencere kıyısında oturup sigara üstüne sigara tüttürüyor.

Bekçi Kadir soysuzu Türk Ceza Kanunu'nun bilmem kaçıncı maddesine göre bilmem kaç yıl hapse mahkum edildi. Sonra iyi hali göz önünde bulundurulup cezasının yine bilmem kaç yıla indirilmesine karar verildi. Çocuğum diye beni mahkemeye götürmediler ama eve geldiklerinde babamın yürek dağlayan haykırışları hala kulaklarımda: "İyi halmiş... Ulan soysuzluğun iyi hali mi olurmuş? Ah ulan kahpe zinası.. Çıktığın gün sana göstermezsem iyi hali..."

Gösteremedi Haydar Pehlivan... Bu acıya 8 ay dayanabildi baba yüreği.

Ben o gün hiçbir şey anlamadım. Annemin gözyaşları ve babamın haykırışları arasında şaşkınlık ve korku dolu bakışlarla meseleyi çözmeye çalışırken, Nezaket'in yokluğundan ve evdeki kalabalığın fısıltılarından çözmeye çalışıyordum olanları.
Anladığımda, içimde biriken öfkeyi öyle bir kazıdım ki beynime; kardeşimden sesini ve hayatını çalan şerefsizden bunun intikamını almaya yemin ettim.

O günden sonra bir daha Nezaket'in gözlerine hiç bakmadım, bakamadım. Bir kez bakışlarımız kesişirse, ömrümün son gününe kadar gözyaşlarımın hiç durmayacağından korktum hep. "Bekle kardeşim... Senin o erik yeşili gözlerin haram bana şimdilik. Bekle..."

-4-

Büyüdüm erkenden. Haydar Pehlivan'ın bizleri koyup gitmesinin ardından orta mektebe dışardan devam ederken Meyhaneci Kerim'in yanında çalışmaya başladım. Ne iş olursa... Bir işe yaradığımdan değil, biraz da yardım olsun diye almıştı beni yanına, biliyorum. Rahmetliden kalan üç otuzluk dul yetim aylığı evin bir haftalık erzağına anca denk geliyordu. Ev kirası, Nezaket'in ilaçları, odun kömüre de anacığımın yapıştırdığı sülükler, yaptığı iğneler mümkünü yok yetişmiyordu. Tüm Hisarcık Çıkmazı bir şekilde bizi incitmeden yardım etmenin yolunu arıyordu. Meyhanede bile müşteriler onca garson varken sigara almaya beni yollayıp, para üstünü bahşiş olarak bırakıyorlardı.

Yine bir gün, müşteriye sigara almak için Zekiler'in dükkana doğru seğirtirken... Gözlerim faltaşı gibi açıldı, olduğum yere mıhlandım kaldım. O'ydu. Yeminle... Önde orta yaşlı, süslü mü süslü bir kadın, arkada da eli kolu paket dolu o: Kadir soysuzu!..

İçimde kabaran bin türlü duyguyu bastırıp aklıma gelen ne kadar analı avratlı küfür varsa mırıldanarak peşlerine takıldım. Saçı sakalı ağarmış, beli ikiye katlanmış, bir deri bir kemik hali bile onun aşağılık, soysuz zavallılığını gizleyememişti. Ulan kahpe zinası... Ulan soysuzun dölü... Ben senin...

Zihnimden geçirdiğim türlü intikam senaryoları eşliğinde top sahasının oraya kadar takip ettim.

- Şu incir ağacını da bir ara kökleyiver Kadir Efendi.

- Ama hanımım... Baba yadigarı sayılır o ağaç...

- Ne yadigarı Kadir Efendi? Hristo babalığını zamanında göstereydi de ben de yadigarını hatırasını sayaydım. Balkonu mahvediyor yaprakları vre; kes gitsin...

- Emrin olur Eleni Hanım. Sabah apartumanın ekmeğini gaztesini dağıttıktan sonra beş dakkada hallederim.

Demek o süslü yosma da Hristo'nun kızı... Her şeyin asıl sorumlusu değil mi bu Eleni? O olmasa ne Kadir soysuzu buralara gelecekti, ne de benim bahtsız Nezaketim'in başına...

-5-

Hiçbir şey olmamış gibi bitirdim geceyi. Gecenin sabahı selamlamaya başladığı saatlerde meyhaneden eve döndüğümde, her zamanki gibi kapıda anahtarın sesini duyduktan sonra ışığı kapayıp yatağına girmişti annem. Ben de her zamanki gibi sessizce odasına girip uyur numarası yapan Çıkıkçı Fevziye’nin üstünü örtüp; komodinin üstündeki yarısı dolu su bardağının altına cebimdeki paranın bir bölümünü kıstırarak, her çizgisinde bir başka hüznün asılı durduğu pamuk yanaklara kelebek öpücüğümü kondurup üst kata, Nezaket’in odasına yöneldim.

Kanatsız bir melek öylece, ellerini bacaklarının arasına sıkıştırmış, cenin pozisyonunda uyuyordu. Tam üzerini örtmek için hamle yaptığımda -her zamanki gibi- yüzüne yerleştirdiği “hoş geldin” tebessümü ile erik yeşili gözlerini açtı, boynuma sarıldı. Bazı geceler bu vaziyette sabahın ilk ışıklarına kadar kalırdım. O’nu tek güvendiği limandan, abisinin korunaklı sıcağından ayırmaya kıyamaz, hiç kımıldamadan ve sadece Nezaket’imin soluğunu dinleyerek o uyanana kadar beklerdim. Ama bu gece… Usulca iki gözüne iki öpücük kondurup “Uyu kanatsız meleğim” dedim, “huzur içinde uyu. Sabah uyandığında her şey çok daha güzel olacak…”

Hisarcık Çıkmazı’nın iki talihsiz kadınının da uyuduğundan emin olunca, sessizce dışarı çıktım. Eski sokağın tozlu kaldırımlarını adımlayıp Zekilerin eve doğru yollandım. Sabah namazı için camiye giden mahallenin ihtiyarları meyhaneden hep o saatlerde dönmeme alışık oldukları için yadırgamadan selamladılar. Ne kadar zamanda yürüdüğümü hatırlamıyorum ama yol bitene kadar kafamda her şey netleşmiş, dört dörtlük bir plan yapmıştım bile.

Camına attığım üçüncü küçük taştan sonra Zeki pencerede belirdi. Uyku mahmurluğu ve şaşkınlık arasında halimden önemli bir şey olduğunu anlamış olacak ki ikinci defa el etmeme gerek kalmadan aşağı indi. Baştan sona her şeyi satırı satırına anlattım. Sonra yolda gelirken hazırladığım planı da… Cebinden çıkardığı filtresiz Bafra paketinden bir kendine, bir bana yakıp uzattı önce. Sigaralar bitene kadar hiçbir şey konuşmadık başka. Sadece içimize çektikçe cozurdayan sigaranın közü, havadaki hafif esintinin de etkisiyle şekilden şekle giren duman ve sessizlik…

İzmariti yere atıp ayak ucuyla öldürdükten sonra iki eliyle omuzlarımdan tutup hafifçe sarstı beni:

- Ulan deyyus… Senin kardeşin, benim de kardeşim. Bekle, hemen geliyorum…

Kaşla göz arasında eve girip, gözden kaybolduğu çabuklukla tekrar göründü kapıda. Sokak lambasının ışığı altında parıldayan babasının Baretta’sını beline sokarken

- Şimdi tamamım, dedi. Yürü, gidiyoruz…


-6-

Hesabımız şaşmadı. Kadir soysuzu, apartmanın sabah alışverişini yapmak için herkesten önce kalkmıştı. İki gölgenin peşine takıldığından habersiz, kolunda büyükçe bir sepetle dört sokak ötede yeni açılan markete doğru yollanmıştı. Tam top sahasının arkasına kıvrıldığında, Zeki’yle beraber çöktük tepesine. Bir hamlede ellerini ve gözlerini bağlayıp derdest ettik. Aceleci adımlarla mahalleli çocukların ‘perili ev’ diye yanaşmaya korktukları eski ve yıkık dökük binaya girip öylece attık Kadir itini yere.

- Sesini çıkardığın anda beynini uçururum, dedi Zeki ürkütücü ve otoriter bir sesle. Kadir soysuzu çoktan titremeye başlamış, korkudan sidiğini tutamamıştı.

İkisini metruk binada bırakıp koşarak eve gittim. Yine çıktığım gibi, usulca kapıyı açtım, annemi uyandırmamaya gayret ederek Nezaket’in odasına yöneldim. Yanağına kondurduğum öpücükle açtığı gözlerindeki soru işaretlerine rağmen, parmağımla yaptığım sus işaretiyle giyinmesini söylediğimde ikiletmeden hazırlandı. Kapıdan çıkıp hızlı adımlarla malum yere doğru giderken Nezaket yarı şaşkınlık yarı merak ve biraz da korkuyla sıkı sıkıya yapışmıştı elime.

Yanlarına vardığımızda Kadir soysuzunun yüzü gözü kan içinde yerde kıvranıyor, Zeki de kesik kesik soluk alıp vererek neresine geldiğine bakmadan ardı ardına tekmeler savuruyordu şerefsizin üstüne. Bizi görünce durdu, kenara çekildi, paketten çıkardığı sigarayı yakıp duvarın dibine çöktü. Nezaket büyüyen gözlerini Kadir’in üzerinden bir saniye bile ayırmıyordu.

- İşte canım kardeşim… Yıllar önce sana kıyan soysuz, sütü bozuk pezevenk bu. Şimdi hesap kesme zamanı… Sana, Halil Pehlivan’a, Çıkıkçı Fevziye’ye çektirdiklerinin bedelini ödeyecek. Artık o güzel gözlerinden akıttığın yaşlar son bulacak.

Zeki’nin elinden silahı aldım, emniyeti açıp mermiyi namluya sürdüm.

- Salavat getir ulan dürzü tohumu. Cehenneme mundar gitme bari…

Af dileyecek mecali kalmamış Kadir soysuzu gözlerini sıkı sıkıya kapamış, ağlak ve titrek bir sesle ne olduğu anlaşılmayan şeyler mırıldanıyordu. Namluyu şakağına dayadım, parmağımı tetiğe yasladım, zavallı bir sürüngen gibi yerde kıvranan soysuz bedene okkalı bir tükürük fırlattım.

- Dur!..

Kulaklarımdaki uğultuyla sesin geldiği yöne çevirdim başımı…

- Dur abi… Dur…

Nezaket, koşar adımlarla geldi, önce elimden silahı aldı, sonra sicim gibi akıttığı yaşlarla boynuma sarıldı. Sadece iki kelime… Yıllar sonra Nezaket’imin ağzından çıkan iki küçük kelime. Hiç durmadan tekrar ediyordu

- Dur abi… dur abi… dur…

Yanak yanağa, göz yaşlarımız birbirine karışır halde dakikalar geçti. Kardeşim konuşuyordu artık. İki kelime de olsa konuşuyordu. O güzel sesini esirgemiyordu bizden artık. Bitmişti Nezaket’in kendini hapsettiği sessiz esaret…

Yine girdiğimiz gibi, el ele eski binadan dışarı çıktık. Gün, ilk ışıklarını salmaya başlamıştı Hisarcık Çıkmazı üzerine. Kapıdan girdiğimizde Çıkıkçı Fevziye çoktan uyanmış, telaşla dört dönüyordu evin içinde.

- Anne; sana bir sürprizim var!.. Hadi Nezaket…
- G…g… günaydın anne…

Bir annenin çocuğuna böyle sarılışını görmek dünyadaki her şeye değer…

-7-

Sabahın fısıltı gazetesi çoktan işe koyulmuştu…

- Duydunuz mu kapıcı Kadir’i?
- Duymadık, ne olmuş ki?
- Çükünü kesip incir ağacına asmışlar. Kadir’i de hastanenin önüne atmışlar öylece. Dili tutulmuş, korkudan tek kelime konuşamıyormuş…
- Yaa… Kim yapmış ki acep?
- İncir ağacının altında yatır varmış. Bizim kadir de ağacı kesmeye yeltenince…

Siz bilmezsiniz bizim mahalleyi. Bilmeyin de zaten…

29 Eylül 2010 Çarşamba

BEN NEYİM?

Biliyorum, bazen fazla incitiyor sözüm. Parmağım gözüne batıyor bazılarının... 

Oysa yazdıklarım sadece durum tespiti ve kişisel görüşten ibarettir. Kimseyi doğrudan hedef almaz hiçbiri. Bu nedenle, kimse içinden hakaret vs. çıkarmaya çalışmasın.

Haa... yanlı mıyım? Evet, sonuna kadar "tam bağımsız, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti"nden yanayım, sonuna kadar Kemalizm savunucusuyum.

Buna karşı çıkacak herkesin ve her sözün de karşısına dikilirim elimden geldiği, gücüm yettiği sürece.

Ayrışmanın karşısındayım. Bölünmenin karşısındayım. Kültür emperyalizmi de dahil olmak üzere emperyalizmin her türlüsünün karşısındayım.

Kapı gibi kendi gelenek göreneklerimiz varken batılılaşmanın da, araplaşmanın da karşısındayım.

Ümmet dayatmasına da, soy daraltmasına da karşıyım.

Misak-ı Milli sınırları içerisinde Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğü, dünya görüşümdür.

Bu sınırlar içinde çakma "hepimiz hrantız" "hepimiz ermeniyiz" hepimiz kürdüz" lakırdılarına karnım tok.

"HEPİMİZ TÜRKÜZ" diye bağıra bağıra söyleyemeyenin samimiyetinden şüphe ederim.

Teröre de, teröriste de, onlara yardım ve yataklık edene de lanet okurum.

"Töre"yi "terör" haline getirip feodalizmin kaynaklarını sonuna kadar sömürenlerin bu ülkenin en büyük sorunu olduğuna inanırım.

Şimdiye kadar bunları yazdım, şimdiden sonra da aynı şeyleri yazmaya devam edeceğim.

Bir dostun da dediği gibi...

...Kimse okumazsa, ben okurum d1 gulmesi

27 Eylül 2010 Pazartesi

ONLINE ve SİMULTANE İLİŞKİLER...

y: merhaba... Ararken gördüm... nickiniz cok ilginç geldi... konuşabilir miyiz? (Yalan... haydar verdiydi adresini, iş çıkar bundan dediydi)

x: Elbette... sizin de nickiniz ilginç. Genelde tanımadığım kişilerle konuşmam pek ama... (bırak bu ayakları olm, biz kaçın kurrasıyız?... senin gibileri sya götürür susuz getiririm)

y: Ne hoş resim? siz misiniz bu? çok genç görünüyorsunuz. (kokona... boya küpüne düşmüş sanki)
x:(hımmm çapkın makarna bu da)

y: bu tanımı ilk duyuyom bak... İlginç.

x: ne bişey mi dedim

y: yooo... birileri arkadan bişey dedi de... makarna varmış akşama

x: (ulen fısıltımı da mı görüyor bu be)

y: altıncı hissimin kuvvetli olduğunu söylemiş miydim? hatta 7 ve 8 de...

x: aslında benimkine de öyle derler (tosladık)

y: (ulem bu da anasının gözü gibi görünüyo ama...)zaten onun için birden bir yakınlık duymaya başlamıştım..

x: (bi de genelleme yapıyordur, "hatun genellemeleri" erkekler pek sever) aynen aynen... çekim olmuştu (hıh)

y: (ayyy... bu 6. his plavralarına kandığına göre kesin burç muhabbetine falan da girer simdi)

x: burcun ne

y: ay.. dilimin ucundan kaptın valla.. sinci ben sorucaktım... tahmin et...

x: (bi de anlasam) hımm...

y: (simdi kendisi için en güzel burcu ilk söyler)

x: (atayım) akrep

y: Aaaaa... nasıl bildin yaaa... o kadar belli oluyo mu? (tamam... simdi burdan mevzuya girmek lazım)

x: (aha uçtum be) oluyor... çok...

y: Akreplerin libidosu yükek olurmuş biliyo musun... bi yerde okumustum (libido ne demekse?)

x: (libido ne demekse?) yapma ya

y: vallahi... bir kadın dergisinde okumuştum...çok hoş.. tavsiye ederim...

x: alacağım en yakın zamanda...libido mibido bilgilenelim...

y: (allahtan önceki hatunun söylediklerinden bikaç sey kalmış aklımda... yoksa neyime gerek benim öyle dergi falan)

x: (benim burcumu sormadı bu da anlamıyor belli)

x: (bu pek deneyimli be ya dikkat et kızım x)işiniz varsa ben sizi tutmayayım...

y: Şeyyy... ya kusura bakma... böyle bayanlar karsısında pek konusamam... utangaçımdır biraz (nasıl söylerim öbür tarafta iki hatuna daha bağlama çektiğimi)

x: (pehhhh yalana bak!!) anlıyorum... (hattında sabah şekerleri vardır bunun)

y: (burcunu sorsam mı? ama bi halt bilmem ki...) Seninki ne?

x: aslan (sorarsa yan bastık)

y: (aha... şinci özelliklerini sorsam iki saat oyalar bunu.. ben de rahat rahat öbür hatunları bağlarım ) Aaaa.. çok ilginç.... özellikleri ne? sen tasıyomusun aslan özelliklerini?

x: tel

y: (kesin simdi kitap falan karıştırıyo tel ayağına... entel görünecek ya)

x: kusura bakmayın y bey...

y: estafurullah ne demek... sizin gibi bir bayanı beklemek şereftir

x: ben burç gibi zırva konularla hiç uğraşmadım uğraşamam da (havama bak be)

y: (Ana.. haspaya bak... aklı sıra hava yapıyo)

x: (kendine gelemez)

y: Öyle demeyin ama... bütün insanlığın geleceğini etkiliyor yıldızlar

x: benim etkilemez

y: (neydi lan şu gezegenin adı? hah...)Bak marduk geliyomuş

x: (bana vurulacak birazdan)

y: bütün bu depremler savaşlar falan ondan oluyomuş

x: öyle mi nereye?

y: (Aksama yemeğe..)Yani... yakınından geçecekmiş dünyanın.. öyle diyorlar

x: hıııı...boş iş bunlar... ben çiçek böcek şiirleri yazarım, o kadar...

y: (Ulem... evinde ciltler dolusu burç ve rüya tabirleri kitabı yoksa ne oliim)Aaa... lirikçisin yani...(eski hatunlardan biri de böyleydi...sonra terkedince doğa moğa kalmadı.. zırıl zırıl ağlamıstı)...(şimdi sözlükten lirik ne demek diye bakıyodur bu)

x: (hatun listesine mi bakıyor ne? kim neden hoşlanır ayağına)evet çok severim aşk şiiri yazmayı (hehehe)

y: yok.. ben genelde taktik şiirleri daha çok seviyorum ((öylemiydi lan? Uleemmm... öyle diildi be)yani tiktaktik siir

x: yok ben özel bir tarzla yazarım... sevgilim seni özledim /dudaklarını gözledim... tarzı.

y: hımm.... olmaz... sanat topluma bi şeyler kazandırmalı...

x: (iyi bu benden soğutur bu enteli)

y: sosyal içerikli olması lazım

x: yok bu tarzı seviyorum

y: (ulem bu hatun çekilmez be...ikinci buluşmada aşık olur)

x: (kurtulacam kesin)dün gece yazdım bi tane. geçeyim mi sana

y: Aaaa... elbette.. çok sevinirim (işin yoksa iki saat saçma dinle şimdi)

x: (acil uydurmam lazım)dur önce ümit yaşardan bi şiirle açılış yapayım... ardından ibrahim sadri ve saz arkadaşları

y: İstersen mail at... sindire sindire okurum daha iyi (doğrudan çöpe )

x: çok seversin eminim

y: (Amaaannn... kesin bu aksamları kim şık kim rüküşü de seyrediyodur)Aaaa.. en sevdiğim

x: toplumcu aşk şiiri yazar (hehehe)

y: bayılıyorum o adama (insallah adamdır yani)

x: dün gece...ikinci bahar diye bi yarışma var ya... onu seyrederken ibrahim sadri okudum...ne hoştuuuu

y: hıhı...güzel bi dizi... şener şen falan...

x: yok o değil... biz evleniyoruz gibi var ya...yarışma...çok etkiliyor beni

y: (Ana... daha burdan evlilik lafları etmeye başladı... Yok anacım bana gelmez)

x: (korkuttum artık asılamaz)

y: Yaaa... değil mi.. ne güzel o yaştaki insanların kumrular gibi birbirleriyle hasbıhal etmeleri

x: evet evet (akşam sefalarında hatuna kumru da yediriyodur bu)

y: (Ulem bu hatun böyle entel ayaklarında falan... bunu öyle simit peynirle de kandıramyız)

x: (ay bandanam düşmüş)

y: (yine de bi deniim... Yoklama çekmek lazım)

x: ay bandanam düşmüş...

y: Aksamları günbatımını seyretmeyi çok severim biliyomusun

x: ben de

y: vapurdan... sevgilimle martıları izlerken aksam yemeğimizi, simidimizi o bembeyaz kuslarla paylaşmak ayrı bi haz veriyor bana...

x: (başkalarıyla yaptığını tavlayacağı hatuna anlatıyor bu da alem ha)ben de martıları çok severim hele akşam saatleri gemide...ne romantizmdir o...

y: (hehehe.. hep işe yarar... Başka bi sevgiliyi işin içine sokunca kıskançlık damarları kabarır...)
x: (beni "hatunlar" la karıştırdı... kıskanç kadın oturmamıştır... hıh)

y: (Rekabete dayanamazlar)

x: (rekabete dayanamayanlar kendini aynı kulvarda görenlerdir)

y: Hani o hafiiif bi esinti olur ya...

x: hı hı... hı hı... hafif ürpertir

y: kadının saçları erkeğin yüzünü yalar

x: evet evet

y: kokusunu denizle birlikte içime çekerim...

x: (saçım da kısa işe bak)

y: (Ayy.. ne iğrençtir aslında.. hep kaşındırır beni uzun saç)

x: hele bi de şampuanı rejoice sa değme keyfine

y: Yok.. şmpuan önemli değil.. Doğal ten kokusu olmalı

x: (ne iğrençtir uzun saç be...değer surata romantizmin içine bile eder...gözlüğe sıkışır mesela)

y: (iyyykk... bi de şu iğrenç ucuz parfümlerden sıkmıyolar mı...) gözlerimin önünde sadece sevgilimin saçları olur...arasından deniz ve martıları izlerim(Gözlüklerimi kirletirler.. iyyyy)

x: elini de tutarsınız (simidi kapmak için)

y: Ahh.. elbette... sıcaklığımızı paylaşmak için...(tutmassam parmağıyla görmemişler gibi sağı solu işaret edip rezil eder beni yoksa)

x: (kaç hatunun kanına girdi acaba?ucuz parfümlü de vardır aralarında...)

y: (Ulem bu hatun işi biliyo ha... el tutmalar falan...)

x: (el tutmak ilk temas ne önemlidir halbuki)

y: (Yok... böyle tecrübelilerle işim olmaz benim.. ufaktan kirişi kırmalı...) Şeyyyy... kusura bakma yaa.. sohbet çok güzel ama... az sonra önemli bir iş yemeğine yetişmem gerekiyor...

x: (biz biliriz o yemekleri... Sarışın ve moldovyalı olanları yenilir ara sıcaktan sonra genellikle) Ahh.. tabii.. kusura bakma... cenem açıldı yine... seninle konuşurken zamanın nasıl geçtiğini farketmemişim... Benim de tenis maçım vardı zaten.. Ona yetişmem gerek...

y: (Hangi kuaförde acaba bu maç? Geç bunlarıı...) Sportmen biri olduğun resimden de anlaşılıyor zaten (O kilolardan kurtulmak için gym lere kaç para yatırıyor acaba?) neyse.. en kısa sürede tekrar görüşmek üzere (nerdeydi şu msn nin blocku?)

x: teşekkür ederim.. çok naziksin... bir sonraki görüşmeyi iple çekeceğim (nerdeydi şu msn nin blocku?)

MESELE GERÇEKTEN KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİ Mİ?

Abdülaziz Özdemir: 1953 İdil doğumlu. 21.02.1991'de Şırnak ili İdil ilçesi Köyceğiz köyü yakınlarında Türkiye'den Suriye'ye geçmek isterken PKK ile güvenlik güçleri arasında çıkan çatışma sonucu ölü olarak ele geçirildi.

Levent Kayadağ: 1972 Siverek doğumlu. 16.10.1993'te Elazığ'ın Alacakaya Çataklı köyü yakınlarında köy korucuları ile girdiği çatışmada ölü olarak ele geçirildi.

Mehmet Öztunç: 1954 beştüşşebap doğumlu. 08.09.1993'te Antalya'da terör örgütü mensubu olmaktan ve PKK'ya yardım ve yataklıktan tutuklandı. 19.08.2000 tarihinde HADEP Antalya İl Yönetim kurulu Üyesi seçildi.

Orhan Ölsen: 1977 silvan doğumlu... Askere gitmemek için çürük raporu aldı. PKK terör örgütünün dağ kadrosu mensubu.

İdris Sefil: 1977 Karayazı doğumlu. Yasadışı silahlı örgüt kurmak veya katılmaktan hapis cezası aldı. PKK/YCK örgütlenmesi içinde yer aldı. Konya HADEP il gençlik komisyonu üyesi. Çürü raporu alarak askere gitmedi.

Haci İçer: 1974 Hazro doğumlu. PKK terör örgütü mensubu ve HADEP Diyarbakır Hazro ilçe teşkilatı yönetim kurulu üyesi. Çürük raporu alarak askere gitmedi.

Şemsi Emen: 1937 Ceylanpınar doğumlu. Şanlıurfa Ceylanpınar HADEP üyesi olup Işıklar köyünde muhtarlık yaptı. PKK'ya yardım ve yataklık yapan işbirlikçilerden.

Zülküf Demirtaş: 1948 Palu doğumlu. HADEP İmamlar birliği üyesi ve PKK işbirlikçisi.

Sidar Şimşek: 1978 silvan doğumlu. DEHAP Silvan ilçe teşkilatı faaliyetlerinde aktif. 18.11.2005 tarihinde Şemdinli ve Yüksekova'da yaşananlarla ilgili yapılan basın açıklamasında yasadışı sloganlarla topluluğu provake etti.

Mehmet Sami Geniş: 1977 Diyarbakır doğumlu. PKK adına faaliyetlerde bulunmak suçundan cezaevinde yattı. Terör örgütüne maddi destek sağlamak amacıyla uyuşturucu kaçakçılığı yaptı. Bununla ilgili 11.12.2002'de İstanbul 6. DGM mahkemesinde 6 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldı.

Özgür Erbil: 1975 Afşin doğumlu. Sahte belgeyle yurtdışına kaçtı. Halen Almanya'da PKK adına uyuşturucu madde ticareti yapmakta.

İhsan Kaya: 1969 Kurtalan doğumlu. PKK terör örgütü adına işçi simsarlığı, uyuşturucu, silah ve para kaçakçılığı yaptı. Romanya'da sahte pasaport ve kimlikle yakalandı.

Kudbettin Akşula: 1968 Muş doğumlu. 1992'de Muş'ta PKK törör örgütüne maddi destek sağlamak amacı ile silah kaçakçılığı yapmaktan yakalandı. Askere gitmemek için çürük raporu aldı.

Buraya kadar bilmediğiniz hiçbir şey anlatmadım değil mi? İlginizi çekecek, şaşıracağınız hehangi bir detay yoktu...

Peki... Şimdi baştan başlıyorum. Altta yazacaklarımı, üstteki bilgilerle birleştirin ve bakın bakalım şu bizim dayatılan kürt kimlik sorunumuz aslında neymiş:

Abdülaziz Özdemir: Dedesi Yusuf ve ninesi Kazo Ermeni asıllı.

Levent Kayadağ: Dedesi Mikdat ve ninesi Havuş Ermeni asıllı.

Mehmet Öztunç: Dedesi Musa ve ninesi Mirari Ermeni asıllı.

Orhan Ölsen: Büyük dedesi İliyo ve ninesi Mari Ermeni asıllı.

İdris Sefil: Büyük dedesi Avit, ninesi Cevahir Ermeni asıllı.

Haci İçer: Dedesi Ali ve ninesi Gule Ermeni.

Şemsi Emen: büyük dedesi Kermo ve ninesi Havva Süryani asıllı.

Zülküf Demirtaş: Büyük dedesi Kirikos ve ninesi Nazlı Ermeni asıllı.

Sidar Şimşek: Büyük dedesi Bedros ve ninesi Luşin Ermeni asıllı.

Mehmet Sami Geniş: Büyük dedesi Serkis ve ninesi Suşi Ermeni asıllı.

Özgür Erbil: Büyük dedesi Akup ve ninesi Lüsye Ermeni asıllı.

İhsan Kaya: Büyük dedesi Görgis ve ninesi Şemuni Süryani asıllı.

Kudbettin Akşula: Büyük dedesi Vartan ve ninesi Zelha Ermeni asıllı.

Yavaş yavaş şaşırmaya başladınız mı? Bir kaç isim daha sıralayalım mı hazır hızımızı almışken?..

Mesela DTP Kurucular Kurulu üyesi Barış Başak Ermeni asıllı, DTP Genel Merkez Yönetim Kurulu üyesi Osman Ergiz Yezidi asıllı, DEHAP Siirt il delegesi Basri Kaysi Süryani asıllı desek?..

HADEP İzmir Konak Yönetim Kurulu üyesi ve Ermeni asıllı Dilaver Öncü'nün kilise içerisinde vaaz ve eğitim verdiğini, misyonerlik faaaliyetleri yürüttüğünü söylesek?..

PKK mensubu ve HADEP parti meclis üyesi Edip Yıldız'ın, DEP Antalya Merkez Muratpaşa Belediye Encümen Adayı Haşim Benek'in, HADEP İstanbul İl sekreteri Mahmut Hakkı Eşiyok'un, HADEP Şanlıurfa İL Yönetim kurulu Üyesi İzzettin Kalaycı'nın, 1995 seçimlerinde HADEP Diyarbakır milletvekili adayı olan Mehmet Cantekin'in Ermeni asıllı, İzmir HADEP Gaziemir İlçe Yönetim Kurulu üyeliği yapan PKK mensubu Mehmet Zeki Kanşiray'ın Süryani asıllı olduğunu eklesek...

Yerimiz yetmediği için Maruf Altın, Ruşen tapancı, Zana Mazak gibi isimleri ve daha birçoklarını aktaramadığımızı dile getirsek?..

Şimdi sizce Güneydoğu'da olan şey Kürt milliyetçiliğinden kaynaklanan bir halk ayaklanması mıdır? Yoksa dini imanı para olmuş soysuzların gazetesinden televizyonuna, uyuşturucudan silah kaçakçılığına, insan ticaretine kadar geniş yelpazede faaliyet gösteren holdinglerini ayakta tutup daha çok para ve güç elde etmek için halkı uyuttukları bir masal mıdır?

OYSA AŞK...

Kime söylediysek dinletemedik. Oysa aşk bencillikti biraz da. Ve yalnızlıktı çokça... Yoksa niye yazılsın bunca şarkı, şiir; niye dökülsün bunca göz feri?.. Bunun için yok olduk göz hizasından sessiz sedasız. Bunun için yok saydık her şeyimizi...

Şimdi sığındığımız kuytuda kaç sevdayı kendi intiharımızla vurduğumuzun hesabını yapıyoruz tek kişilik yaşanmışlıklarımızla. Kimbilir hangi kıyıda, kimbilir hangi koyunda nekahatini arıyor bize derman ol(a)mayan o sevda...

Susmaların en koyusunu yaşıyoruz içe dönük haykırışlarımızla. Portakal çiçeklerinin sonbahara doğuşu bile kar etmiyor sağırlığımıza. Ağır ağır ölüyor yüreğimize baş tacı ettiğimiz narin martı. 


Soluyor gün, yok oluyor yüzün...

Aynı yağmurun altında yürümüş olsak da farklı damlalar ıslatmış üstümüzü, geç anlıyor insan.

Neydi beklediğimiz, neyi getiriyor yaşam?..

ADIN BENDE SAKLI... ADIN BENDEN SAKLI!..

Ruhu dinlendiren bir fon müziği eşliğinde dans ediyor yüzün. Biraz utangaç, biraz heyecanlı en çok da gizlemeye çalıştığın belli belirsiz bir hüzün sıkışıyor sözlerin arasına. Gülüyorsun, ama biliyorum; içini acıtıyor anlattıkların.

Gülüyorsun. Bir anlatıp iki, iki anlatıp üç, beş... inadına ve ısrarla sarıldığını ispat etmek ister gibi. Hayatı dibine kadar, her şeyiyle yaşayabileceğini kanıtlamak için gülüyorsun.

Yorgunluk akıyor gözlerinden, görmüyorsun. Alkollü zamanların esrik boşvermişliğine yatırsan da ruhunu, dinmiyor, dinlenemiyorsun. Hep diken üstünde, hep ikircikli, hep tetikte ve hep kalınca bir zırhın ardında bekliyorsun.

Bekliyorsun. Kimi ya da neyi olduğu önemli değil. Geldiğinde bileceksin, takılıp peşine gideceksin. Bir düş, bir öpüş, bir iç çekiş ya da bir hiç... "Hiç"ten biraz fazlasını bulma umuduyla bekliyorsun.

Saçının perçemine takılıyor umut. Elinle taraklayıp bakıyorsun, elinin boşluğunda boğuyorsun. Umudu unutuyorsun.

Eski zamanlardan kalma bir aryanın çığlığında yankılanıyor adın.

Bekliyorum, gelmiyorsun.

Bekliyorsun, gülmüyorsun...

24 Eylül 2010 Cuma

ŞEHRAZAT

"Sevgi Yolu"... Öyle demişler adına, nedense. Şehrin en işlek caddelerinden birinin asfaltını söküp parke taşlarıyla döşemiş, araç trafiğine de kapatmışlardı bir zaman önce.

En sevdiğim şeydi burada dizi dizi sıralanmış sahafları ve onların arasına serpiştirilmiş incik boncukçuları didiklemek. Çeşit çeşit nazar boncuklarım vardı. Artık beni tanıdıklarından, özellikle çağırırlardı yeni ve değişik boncukları geldiğinde.

Şehrazat da onlardan biriydi işte. Dokuz, bilemediniz on yaşlarında cin gözlü bir kız. Öğleden sonra kurardı tezgahını; okul sonrası. Özenle ve renklerine ayırarak dizerdi tablasına minik ellerinden çıkma kolyeleri, bileklikleri, küpeleri... Sonra taburesine oturur, bir yandan derslerini yaparken bir yandan tek gözle tablasını gözetlerdi. Müşteri gelirse anında kalkar, az önceki okul çocuğu yerine usta bir satıcı gelirdi ki, tezgaha uğrayıp da hiçbir şey almadan gidebilen kimse olmamıştı şimdiye kadar. Ben de öyle tanışmıştım. Bana satacak hiçbir şey uyduramayınca minik taburesini ikram edip hiç değilse soluklanmamı, çok yorgun göründüğümü, bu havalarda insanın kendine dikkat etmesi gerektiğini bilgiç bilgiç söyleyip oturtuvermişti. Sonra laftan lafa atlarken edebiyat öğretmeni olduğumu, isterse derslerinde yardımcı olabileceğimi belirttiğimde; çok memnun olacağını, ancak bir şartla, uzattığı kolyeyi almam koşuluyla bunu kabul edebileceğini söyledi ve zaten cümlesi bitmeden narin parmakları arasındaki kolye çoktan avuçlarıma kayıvermişti.

Sonrasında her gün Şehrazat'ın minik taburesinin konuğu oldum. Kimi gün bir kaç dakika, kimisinde bir kaç saat... O bana boncukların en güzellerini seçti kendince, kimsede olmayan nazar boncuklarını tezgah altından çıkarıp sattı, ben ona bazen dersleriyle ilgili bazen de abla tavsiyelerimle yardımcı olmaya çalıştım. Zaten artık abla-kardeş olmuştuk. Sevgi Yolu'ndaki tüm esnaf bizi biliyor, daha ben yolun ucunda görünmeden Şehrazat'a haber uçuyordu. tezgahın başına geldiğimdeyse bu cin gözlü kızı benim için termostan doldurttuğu sıcak çayla ayakta bekliyor bulurdum. Oysa içimin ısınması için o masum ve cıvıltılı gözlerine bakmak bana yetiyordu. Sonra sohbet, sonra gülüşmeler, sonra sıcak bir sarılış, ayrılık vakti, görüşmek üzere dilekleri, veda...

Bu gidip gelmeler minik arkadaşımı büyütmüş, onu 15 yaşında alımlı bir genç kız, beni ise kentin en iyi okulunun müdürü yapmıştı. İkimiz de biraz daha gelişip değişmiştik ama o tezgah ve minik tabure, boncuklar, boncukçular, raflarda dizili kitaplar bizim için hep aynı kalmıştı. Acıkmak gibi, uyumak gibi bir şeydi bizim için Sevgi Yolu ve Sevgi Yolu'nda paylaştıklarımız: "Olmazsa, olmaz..."
...
Yine rutin ziyaretlerimden birini yapmak üzere, alacağım kitapların listesini yapıp Şehrazat için de bir kaç yardımcı ders kitabını yüklenerek çıktım okuldan. Otelin köşesinden dönüp genç cıvıltıların yükseldiği sinemaya doğru dikkatsiz bir bakış atıp içimden gülerek sahafların arasına daldığımda bir gariplik olduğunu anladım. Daha adımımı atar atmaz Şehrazat'ı şikayet etmeye başlayan Asım amca bile beni görünce yüzünü kitaplara dönmüş, tozlarını alıyormuş gibi raflarla ilgileniyordu. Korsan Ahmet her zaman uzaktan gördüğünde benim için Müzeyyen Senar'ı çalmaya başlardı; oysa şimdi... Az ötedeki erik ağacı bile bir garipti. Rüzgarın yaprakları arasında salınmasına izin vermiyordu.

Tablası yerinde yoktu Şehrazat'ın. Ne bir bilen, ne de gören... O gün, öylece, aniden çıkıverdi hayatımdan yol arkadaşım. Hiç gelmemiş gibi, hiç olmamış, yaşamamış gibi... O ilk gün, minik parmaklarından avucuma kayıveren kolyeye bir daha dokunamadım. Yatak odamda, aynalı bir konsolun üzerinde, cehennem sıcaklığıyla her baktığımda Şehrazat'ı anımsatan bir küçük volkan heybetiyle, hep anılarımın ve gözyaşlarımın gizli ortağı olarak kaldı.

YÜREĞİMDE BİR ÇOCUK...

Her şey çoğalır dünyada yaşamak adına Kanundur bu.
Sevgi çoğalır, övgü çoğalır, kaygı çoğalır
Kin, nefret, düşmanlık
Yalan ve yalınlık
Yılanlık
Çıyanlık çoğalır.

Sitemler de, görkemler de çoğalır.
Gözpınarlarındaki yaş,
Dudak kenarındaki kırık dökük ve yavaş
Ve tedirgin gülüş ve bakış
Ve kaçışlar da çoğalır, kaçınılmaz...

Her şey çoğalır dünyada
Var olan ve olacak
Yar olan ve sıcak
Kurak ve bireysel sevgiler
Sevgililer
Kahrolası ihanetler çoğalır.

Yakınlıklar çoğalır teknoloji gereği
Hasretler çoğalır yakınlaştıkça
İnsan insana uzaklaşır,
İnsan kendinden uzaklaşır
Uzaklar çoğalır uzlaşılmaz biçimde
Us almaz bunu...

Her şey çoğalır kolay ya da yapay
İnkar edilemez bir gerçek ve isyan
Kar eylemez çoğalsa da zamana uyup
Çığ gibi çoğalsa da çağ tekdüze
Bir yalnızlık yerinde sayar uygun adım
Çünkü o zaten çoktur,
Ve yalnızlık suçtur bu zamanda
Ve çocuktur.

Ve çocuk,
Umuttur her daim yüreklerde.
İşte ben de böyle
Çoğalmakla çocukluk arasında
Med-cezirler yaşamakla
İhanet etmekteyim insanlığa
Yüreğimde bir çocuk,
Yüreğim de bir çocuk...

GERÇEK TEHLİKENİN FARKINDA MISINIZ?

Bakmakla görmek arasında fark var...

Bazıları laikliğin tehdit altında olduğundan, ülkenin giderek İran'a dönüşeceğinden söz etmekte... Bazıları da kasıtlı olarak yapılan her eleştiriyi sanki bu minvalde söylenmiş gibi gösterip hedef saptırmakta.

Evet, bir tehlike var, ama bu korku İran gibi olmak değil. Ülkenin koşulları, yapısı buna izin vermez zaten.

Tehlike laikliğin elden gitmesi değil, bölünme, parçalanma ve emperyalizmin oyuncağı olma tehlikesidir.

Şu anki iktidar da "din istismarı" ile, yani halkın en hassas noktasına vurarak buna yardımcı olmaktadır.

Her şey adım adım uygulanıyor... Biraz geçmişe doğru bakınız, biraz uzaktan bütünü görmeye çalışınız.

Son üç yılın, beş yılın değil; son 50 yılın planıdır bu. Sadece günümüzde çalışmalar daha bariz şekilde görülebilmekte, plan daha hızlandırılmış şekilde uygulamaya konulmaktadır.

Bir ülkeyi yok etmek, ele geçirmek istiyorsanız artık tanka topa askere ihtiyacınız yok. Önce ülkenin değerlerini dejenere edersiniz, insanların kurumlara güvenini zedelersiniz, ekonomik istikrarsızlık ve gelir dengesinde bozulmayı körüklersiniz, gerisi kendiliğinden gelir...

Yaşananlara bakınız: Bu ülkenin en güvenilen kurumu TSK idi... Yakın geçmişin olaylarına baktığınızda, bu güvenin çoktan zedelendiğini görebilirsiniz. Eskiden % 95 seviyesinde olan askere güven, şimdilerde % 60 lara gerilemiştir, hala da gerilemeye devam etmektedir.

ÖSYM Türkiye'de torpilin kayırmanın ve iltimasın işlemediği tek kurum olarak bilinirdi. Şimdi?..

Polis teşkilatı; insanların canlarını, mallarını, namuslarını korumakla görevli kurum. Son zamanlarda kaç tane hırsızlık çetesi, uyuşturucu şebekesi, şantaj ağı çıktı polislerin adının karıştığı?

Kuran kurslarında öğrencileri taciz eden imam, cin çıkarmak bahanesiyle tecavüz eden hoca, camiye yardım diye topladığı paralarla altına jeep çeken müezzin haberlerine ne demeli?

Şimdi... Bu ülkede maneviyat sarsıldı mı? Sarsıldı.


"İmam bile bunu yapıyorsa diğerleri neler yapmaz" düşüncesi akıllara yerleştikten sonra ağzınızla kuş tutsanız nafile... Herkes herkese şüpheyle bakmaya başlamıştır.

Serbest meslek sahiplerinden 24 saat sonrasına güvenip gönül rahatlığıyla ticaret yapabilen kimse var mı? Sürekli bir kriz tehdidi demoklesin kılıcı gibi küçük esnafın tepesinde. İnsanlar evlerine ekmek götürmekte zorlanırken gazetelerin birinci sayfalarını hangi haberler süslüyor? Düne kadar beş parası olmayan adamların milyon dolarlık yatları, katları... Yeni yaratılan bir "zengin tabaka" yanında insanlara dağıtılan pirinç makarna haberleri... Tuzu kuru olanlarımız bile iki haberi yan yana okuyunca tedirgin olmuyor mu?

Bütün bu adımlar tamam... Sıra neye geldi peki?
Sırada bölünme var. O da tabii eski usul birilerinin gelip harita üzerinde cetvelle sınır belirlemesiyle yapılabilecek bir şey değil. Kademe kademe...

Önce bölgenin durumuna göre etnik ya da dini ayrımcılığın temeli hazırlanır. İnsanlar zaten sınırlar olmasa da bölünmüş hale getirilir. Sonra devlet eliyle bölgeler özerk hale getirilir. Ardından o özerk bölgeler birer birer bağımsızlığını ilan eder, iç savaş ve dış destekle neler olduğunu siz anlayana kadar her şey biter...

Etnik ayrımcılık var mı? Düne kadar hiç sorun etmediğimiz halde artık insanlar alışveriş yapacağı marketi bile farklı kimliktense değiştiriyor mu? Maalesef evet... Kurtarılmış sokaklar, mahalleleri geçtik, artık girilemeyen/gidilemeyen şehirler var.

Dinsel bölünme?.. Bir yandan laik-anti laik, öte yandan alevi-sünni diye insanlarımız karşı karşıya getiriliyor mu? Getiriliyor. Ramazanda sigara içenler dövülüyor, sokakta yürüyen türbanlı bayanlar rahatsız ediliyor, galeriler, konserler basılıyor, defileler engelleniyor...

Geriye ne kaldı? Özerk bölgeler...

Biz bu günlerde ne konuşuyoruz? Başkanlık sistemi, eyalet yönetimi...

Sorun sadece Türkiyeyi ilgilendiren bir mesele değil. Bölgede yeni bir yapılanmanın planları zaten tüm dünyanın gözü önünde işletiliyor. Irak müdahalesi, İsrail'in tavrı, İran'a karşı yürütülen politikalar, Türkiye'nin Ermenistan'la ilişkileri...
Sayın Başbakanımız da sağ olsun her fırsatta kendisinin "BOP Eş Başkanı" olduğunu söylemekten çekinmiyor.


Tehlike mi? Evet var. Baktığınız yerde mi? Hayır...



Umarım anlatabilmişimdir meselenin aslında dinle, laiklikle uzaktan yakından ilgisi olmadığını. 


Umarım...

23 Eylül 2010 Perşembe

NEDEN 42'DE KALDI?

Üzerinden mebzul miktarda zaman geçtiğine ve herkes biraz daha sağduyulu düşünmeye başladığına göre, artık referandum sonuçlarının tahlili ve "hayır"ların neden yüzde 42'de kaldığını konuşabiliriz.

Öncelikle belirteyim ki, bu 42/58 meselesine takılmıyorum ben. Halkın tercihidir, saygı duyarım. Madem ki demokratik bir ülkeyiz, doğru da olsa yanlış da, ben fikrimi çoğaltana kadar sandıktan çıkan sonucu kabullenirim.

Neden Hayırlar bu oranda kaldı sorusuna gelince...

En başta "siyasi partiler yasası" var. Bir siyasi partide bir zümre delegasyonu ele geçirdikten sonra, geri kalan parti sempatizanları ağızlarıyla kuş tutsalar nafile... Siyasi Partiler yasası'nın üzerine bir de parti tüzüklerini koyunca tam anlamıyla bir "ağalık" düzeni hüküm sürüyor.

Diyeceksiniz ki "aynı sorun AKP'yi bağlamıyor mu?" Evet, bağlıyor elbette; ancak AKP diğer siyasi partilere göre daha yeni bir oluşum olduğu için, henüz köşebaşları tam ele geçirilmiş değil. Bu nedenle parti içi çekişmeler henüz tabanı uzaklaştıracak seviyede değil.

Bir ikincisi; klişe söylemler... Atatürkçülük, laiklik, demokrasi, milliyetçilik... Hepsi önemli şeyler elbette, ancak, söylemlere baktığınız zaman bütün siyasi partiler Atatürkçü, hepsi laik, bayrak aşığı vs... Sürekli temcit pilavı gibi halkın önüne getirilen rejim tehdidi siyasilerin inandırıcılığını yitirmelerine neden oluyor.

Madem böyle bir rejim tehdidi var, biz sizleri bizim yerimize araştırın, önceden görün ve önlem alın diye o meclise gönderdik. AKP rejime karşı bir tehditse neden biriniz Abdullah Gül'ü cumhurbaşkanı yaptı, neden diğeriniz Tayyip Erdoğan'ın meclise girmesine olanak sağladı?

Söyledikleri ve yaptıkları çelişkili olan partiler, kemikleşmiş taban haricinde kararsız ve/veya apolitik halkı ikna etmekte bu nedenle yetersiz kaldılar.

Üçüncü neden; halkın temsilcilerinin halka ulaşamamaları. AKP özellikle kadın kollarıyla kapı kapı gezerken diğer partiler ancak genel başkanları neredeyse orada boy göstermeyi marifet saydılar.

Bir küçük örnek: Üyesi olduğum bir siyasi parti (CHP veya MHP değil d1 gulmesi ) köy çalışması yapıyordu... Çok uzağa değil, İzmir Torbalı'nın yakın köylerinden birine gittik. Adamlar yollarda karşılayıp yollarda uğurladı. Söyledikleri şey çok dikkat çekiciydi: "Allah razı olsun sizlerden. Bir kere Işılay Saygın gelmişti yıllar önce derdimizi dinlemeye, bir de şimdi siz geldiniz..." O köy kahvesinde içtiğimiz bir bardak çaydan sonra şimdi ne zaman memleketi ilgilendiren bir gelişme olsa, bilgi almak ya da destek vermek için köylülerden bir kaçı mutlaka arıyor "ne yapmamız lazım" diye...

Dördüncü neden; yozlaşmış siyaset ve siyasetçiler. Göz önündeki siyasetçilerin büyük bölümü ya bir yolsuzluğa karışmış, ya da yolsuzluğa karışan birilerini kollamış... İktidar değişirse, yeni gelenlerin de çalıp çırpacağına inanan kitle çok büyük. "Bunlar yeterince keselerini doldurdu. Belki bundan sonra memleket için çalışmaya başlarlar" düşüncesi yaygın. Yani bir hırsızı indirip yerine bir başka hırsız koymak istemiyor vatandaş.

Beşinci neden; daha önceki referandum değerlendirmesinde de belirttiğim gibi, neyin oylandığının halka yeterince anlatılamamış olması. Erdoğan, çok güzel bir gerilim politikası uyguladı. Villalardan, gömlek markalarından, boy/soy tartışmalarından hiçbir şey anlatmaya zaman kalmadı. Bu da AKP'nin işine geldi elbette.

Oysa bu bir genel seçim değildi. İktidar partisine vurarak zayıflattığınızda hükümet mi düşecekti? Hayır... Bunun yerine, Erdoğan'ın kasıtlı kışkırtıcılığına kulak asmayıp sadece Anayasa değişikliğinin insanlara ne getirip ne götüreceği anlatılsaydı, sandıktan çıkacak sonucun çok daha farklı olacağına inanıyorum.

CHP'nin referandum billboardlarına bakın: "İşsizsen, hayır", "gençsen, hayır", "ezilensen, hayır"... Hiçbir anlam ifade etmeyen, sadece slogan olsun diye yazılmış sözler.

Oysa hiç birşey yapılmasa, sadece ve sadece birbirinden bağımsız 26 farklı madde için tek bir cevap olamayacağı ve bu nedenle bu paketin tamamen reddedilmesi gerektiği üzerine bir propaganda taktiği oturtulsaydı, hayır oylarında yine hatırı sayılır bir artış sağlanırdı.

Peki madem öyle, bir daha aynı duruma düşmemek için ne yapmak gerekir diye sorarsanız...

Ona da bir sonraki yazımda değineyim d1 gulmesi

22 Eylül 2010 Çarşamba

DÜŞ

Yaralı bir kuş
sevda taşının izini kanatlarında taşıyorken hala,
aşktan bahsedilmez ona...

Aşk durur,
kuş gelir hazır olunca.

Gerisi düş...
Gerisi düş...

FARK GÖREMİYORUM, YA SİZ?..

Yine eski bir yazı... İdil Biret Konserinden sonra kaleme almıştım. Dün gece galeriye yapılan saldırıdan sonra tekrar okuma ve okutma ihtiyacı hissettim:

Peygamberler tarihinden alıyoruz bilgileri, başka yerden değil...

Efsane bu ya; Nuh Peygamber tufandan sonra hayvanlarıyla beraber Ağrı dağına geldiğinde, günlerdir aç olan kafile dağın nimetleriyle bir güzel doyurur karnını. Hepsi neşelenmiştir ama keçinin neşesi daha bir başkadır.

Bir gün, iki gün... Hep böyle olunca işkillenir Nup Peygamber ve takip eder keçiyi.

Bakar ki, dağın eteğinde, yere düşmüş üzüm tanelerini yiyip sağa sola toslamakta, melemekte keçi, o da tadar.

Kendisini de neşelendiren bu meyveyi yetiştirmeye karar verir.

Cümle mahlukat Nuh Peygamberin kendi elleriyle yetiştirdiği üzümlerden yiyerek mutlu mesut yaşarken, şeytan boş durur mu?..

Kıskanmış insanoğlunun bu neşesini, cehennem ateşiyle kurutuvermiş bütün bağları.

Ağamsın, paşamsın, etme eyleme derken nasıl olduysa insafa gelmiş Şeytan efendi, razı olmuş tekrar üzüm bağlarını yeşertmeye. Demiş ki Nuh Peygamber'e "Asmaların canlanır, ama bazı hayvanları urban edip kanlarıyla sulaman gerek üzüm bağlarını..."

Bakar ki çare yok, mecbur kabul eder Şeytan'ın dediğini. Tilki, aslan, keçi, köpek, horoz, ayı ve saksağanın kanlarını akıtır asma köklerine.

...Sonrası iyilik güzellik.

Söylenene göre, işte bu yüzden şarap içen "tilki gibi zeki, saksağan gibi geveze, aslan gibi güçlü, horoz gibi çığırtkan, ayı gibi kaba, köpek gibi kavgacı" olurmuş.

*** ***

Önceki gün, İdil Biret konserinin afişini gören "horoz gibi çığırtkan" Vakit gazetesi ortalığı ayağa kaldırınca, kendini "tilki gibi zeki" sanan birileri, "saksağan gibi geveze"lik yapıp, kendini "aslan gibi güçlü" hisseden "ayı gibi kaba" birilerini kışkırtarak, "köpek gibi kavgacı" kimliklerini ortaya çıkartıp salmış Topkapı Sarayı'na doğru...

Vallahi haberi okuyunca kafam karışmadı değil...

Şarabı içenlerde görülmesi gereken bu özellikler, şaraba karşı olanlarda görüldüğüne göre...

İçenle içmeyen arasındaki fark nerede?..

Şarap deyip de Hayyam'dan alıntı yapmadan yazıyı bitirirsek, öbür dünyada hesap sorar bizden. Bakın şarap içmediği için kasım kasım kasılıp başka her türlü haltı yiyenlere bakın ne demiş:

Kendi içmez, içeni kınamaya bayılır
Yüzünden aldatmaca, sahtekarlık yayılır
Şarap içmiyor diye, kasılıp gezer ama;
Yedikleri yanında şarap meze sayılır!

21 Eylül 2010 Salı

GALAT-I MEŞHUR

"Galat-ı meşhur, lugat-ı fasihadan evladır." demiş ya atalarımız, öyle değil aslında... Yaygın yanlışları doğru kabullenmek, sadece ve sadece tembellikten, bilgisizlikten ileri gelmekte...

Bunlardan bazıları öyle yaygın ki, doğrusunu dil ile yakından uğraşanlara bile kabul ettirmekte zorlanıyoruz artık.

Mesela "eninde sonunda" değil "önünde sonunda" olması gerek

Ya da ardarda değil art arda...

Çok kullanılan bir yanlış deyim de "kelli felli" . Doğrusu "kerli ferli" (ker kuvvet, fer iktidar demek)

"Evlat", "eşkıya", "evrak" sözcükleri zaten çoğuldur. Oysa büyük blümümüz (ben de dahil) yeri geldiğinde "evraklar", "eşkiyalar", "evlatlar" demekten çekinmiyoruz...

"Ateş olsa cürmü kadar yer yakmak" deyimi de büyük yanlışlardan... Cürüm; suç, kabahat anlamına gelmektedir. Oysa bizim deyimimizde olması gereken sözcük, "büyüklük/hacim anlamına gelen "cirim"dir... Yani doğrusu "ateş olsa cirmi kadar yer yakmak" olmalı.

"Geçtiğimiz hafta" da çok sık karşılaştığımız yanlış kullanımlardan. Oysa bizim zamanı geçmemiz gibi bir durum söz konusu değil. Doğrusu "geçen hafta" olmalı...

"Mesire yeri" de bir başka yanlışımız... Mesire, zaten kelime anlamı olarak "gezilen yer" anlamına gelmektedir. Mesire dedikten sonra bir daha yeri demeye gerek yoktur. "Sayfiye yeri" ve "uğrak yeri" de benzer yanlışlardan...

Türkçe'de "yayınlamak" diye bir eylem yoktur. Doğrusu "yayımlamak"tır. Güncel türkçe Sözlükteki karşılığı "1. Kitap, gazete, dergi gibi şeyleri basmak ve dağıtmak, neşretmek. 2. Dinlenilecek, görülecek şeyleri radyo ve televizyonla sunmak, bildirmek, duyurmak. 3. Resmen bildirmek, açıklamak, ilan etmek." olarak verilmiştir.

"Yayın"
ise, isimdir ve "Basılıp satışa çıkarılan kitap, gazete gibi okunan veya radyo ve televizyon aracılığıyla halka sunulan, duyurulan, iletilen şey, neşriyat." anlamına gelmektedir.


Çok yaygın, herkesin bildiği kullanım hatalarından (yangın yanması, kendini intihar etmek vb.) hiç söz etmiyorum, yoksa yazının sonunu getiremeyiz.

Yanlış kullanımlar zaman içerisinde o kadar yaygınlaşıyor ki, sonunda insanlar doğrusunu yanlış kabul etmeye başlıyor. İşte zaten bu nedenle "galat-ı meşhur" sınıfına giriyor bu yanlışlar.

Şimdi, seçim size kalmış. Artık doğrusunu biliyorsunuz. Bile bile yanlışa devam etmek isteyenler için yapacak bir şey yok elbette
:)

HEPİMİZ TEŞHİRCİYİZ

"Aşağı yukarı herkes yazar ama yazdıklarını sunmak farklı bir şey. Bir tür teşhircilik. Bence her yazar biraz teşhircidir. Bu açıdan her yazara sorulması gereken soru ne zamandan beri yazıyorsunuz değil de, "ne zamandan beri soyunuyorsunuz?" olmalı.

Kendini ortaya koymak, deşifre etmek, günah çıkarmak vs. ne derseniz deyin, bakan gözlere başkaldırı şeklinde başlar yazarlık. Bu da aslında bir tür cesaret ve aynı zamanda edepsizlik. Nerden baktığınıza bağlı
." Mehmet Emin ARI

Kusura bakmayın ama maalesef hepimiz teş-hir-ci-yiz...

Sosyal paylaşım sitelerinde yazdığımız bir kaç cümle bile bizim başka insanlara göstermek istediğimiz bir düşünceyi, bir doğruyu içeriyor.

Hiç birimiz, böyle bir dürtünün etkisinde olmasaydık yazamazdık, inanın... Kendimizi, kendimize ait olanı, kendi kalemimizden çıkmış olanı başkalarına gösterme ihtiyacında olmasaydık, bütün yazılanlar bir lise öğrencisinin kilitli günlüğüne hapsolmuş kalmaz mıydı?

Evet; biz, hepimiz teşhirciyiz... Teşhir, taciz içermedği sürece kaygıya da gerek yok bence.

Bizler sadece kendi doğrularımızı, duygularımızı, düşüncelerimizi seriyoruz ortalık yere. İsteyen bakar, görür, beğenir, alır, paylaşır; istemeyen TV karşısında BBG evi formatında programları izlemeye devam eder.


Bizi korkutan, kelimenin genel kullanım alanı. Bu nedenle belki teşhirciliğimizi itiraf etmekte zorlanıyoruz. Elbette "teşhir" ya da "teşhirci" sözcüğünün kelime anlamını bir kenara bırakıp (kıvırtıp) imgesel çağrışımıyla aklımıza gelen şeklini konuşabiliriz. Ancak, kelimenin gerçek anlamı dururken, sonradan yüklenilen alt anlamlara vurgu yapmak, küçük kargaşalara/sapmalara neden olacaktır.

Emin Arı yukarıdaki metinde imgesel anlamda mı kullanmıştır "teşhir/cilik"i, yoksa sözlük anlamına göre mi?

"Kendini ortaya koymak, deşifre etmek, günah çıkarmak vs. ne derseniz deyin, bakan gözlere başkaldırı şeklinde başlar yazarlık."

Bu sözler, "yazan kişi"de olması gerekenleri işaret etmiyor mu? Ve bu sözler "teşhir" sözcüğünün sözlük anlamıyla örtüşmüyor mu?


Ne dersiniz?

SANATÇI NASIL OLMALI, NASIL SANATÇI OLUNMALI...

İpini koparan dolanıyor ortalıkta "ben sanatçıyım" diye...

Bu kadar kolay mı "sanatçı" olmak? Yeterli gelir mi üç beş tv kanalında boy göstermek, bir kaç gazetede röportaj vermek, tek şarkıyla/kitapla şöhret olmak?..

Bizim bildiğimiz; sanatçı, yediği ile çıkardığı arasında fark bulunmayan kişidir. Söylemiyle yaşamı arasında uçurumlar bulunan kişi, inanmadığı fikirlerin sözcülüğünü yapıyor demektir ki bunun amacı da sanatla ilintili olamaz.

Yeri geldiğinde bir fahişenin yazarlığını kabul ederiz ama "orospuluk" yapıp da ahlak bekçiliğine savunan biri sözlerinin tutarlılığını onaylamamızı beklemesin.

Bazıları, yanlışı yaşayarak öğrenir ve tecrübeleri başkaları aynı yanlışa düşmesin diye ibrettir.

Ancak, aykırılık yapıp, sonrasında hangi dili kullanırsa kullansın toplumsal çöküntüye uğratacak metinler çıkaran bir kişi yaptığını sanatın yüce değerlerinin ardına saklayamaz. Çünkü sanat, var olana muhaliftir ve mevcut durumdan daha iyisini önermek üzere, estetik ve ütopik kaygılarla üretilir...

Sorun ahlaki değerler değil aslında...

Çünkü bu değerler toplumdan topluma farklılık gösteriyor. Önemli olan, gösterilen duruşun istikrarıdır. Mesela K. İskender'i kimse suçlamıyor. Çünkü o, kendine göre doğru bir yaşamı sürüyor ve bunu inkar etmiyor. Ya da Bukowsky...

Oysa ben size özel hayatında erdemsizliğin sınırlarını zorlayıp, metinlerinde sütten çıkmış ak kaşık gibi ahkam kesen bir dolu isim de sıralayabilirim.

Sanatta ahlak öncelikli değildir, tamam. Ancak sanat bir kuru "yaratıcılık" tanımına da indirgenemez. Sanatçı "aydın" kimliğiyle ve "entelektüel" birikimiyle hep çağının bir adım önünde yürümek ve toplumsal bir lokomotif olmakla YÜKÜMLÜDÜR.

Aksi takdirde; kaygısı ve ütopyası olmayan bir "yaratıcı" kendini geliştirmeyi ve daha iyisini üretmeyi de önemseyip öncelemeyeceği için, zaten "sanatçı" kimliği de üzerinde bir kaç beden büyük duracaktır.

Yani kısaca...

Sanatçı "ben sanatçıyım" diyen değil, "o bir sanatçı" dedirtebilendir...