24 Eylül 2010 Cuma

ŞEHRAZAT

"Sevgi Yolu"... Öyle demişler adına, nedense. Şehrin en işlek caddelerinden birinin asfaltını söküp parke taşlarıyla döşemiş, araç trafiğine de kapatmışlardı bir zaman önce.

En sevdiğim şeydi burada dizi dizi sıralanmış sahafları ve onların arasına serpiştirilmiş incik boncukçuları didiklemek. Çeşit çeşit nazar boncuklarım vardı. Artık beni tanıdıklarından, özellikle çağırırlardı yeni ve değişik boncukları geldiğinde.

Şehrazat da onlardan biriydi işte. Dokuz, bilemediniz on yaşlarında cin gözlü bir kız. Öğleden sonra kurardı tezgahını; okul sonrası. Özenle ve renklerine ayırarak dizerdi tablasına minik ellerinden çıkma kolyeleri, bileklikleri, küpeleri... Sonra taburesine oturur, bir yandan derslerini yaparken bir yandan tek gözle tablasını gözetlerdi. Müşteri gelirse anında kalkar, az önceki okul çocuğu yerine usta bir satıcı gelirdi ki, tezgaha uğrayıp da hiçbir şey almadan gidebilen kimse olmamıştı şimdiye kadar. Ben de öyle tanışmıştım. Bana satacak hiçbir şey uyduramayınca minik taburesini ikram edip hiç değilse soluklanmamı, çok yorgun göründüğümü, bu havalarda insanın kendine dikkat etmesi gerektiğini bilgiç bilgiç söyleyip oturtuvermişti. Sonra laftan lafa atlarken edebiyat öğretmeni olduğumu, isterse derslerinde yardımcı olabileceğimi belirttiğimde; çok memnun olacağını, ancak bir şartla, uzattığı kolyeyi almam koşuluyla bunu kabul edebileceğini söyledi ve zaten cümlesi bitmeden narin parmakları arasındaki kolye çoktan avuçlarıma kayıvermişti.

Sonrasında her gün Şehrazat'ın minik taburesinin konuğu oldum. Kimi gün bir kaç dakika, kimisinde bir kaç saat... O bana boncukların en güzellerini seçti kendince, kimsede olmayan nazar boncuklarını tezgah altından çıkarıp sattı, ben ona bazen dersleriyle ilgili bazen de abla tavsiyelerimle yardımcı olmaya çalıştım. Zaten artık abla-kardeş olmuştuk. Sevgi Yolu'ndaki tüm esnaf bizi biliyor, daha ben yolun ucunda görünmeden Şehrazat'a haber uçuyordu. tezgahın başına geldiğimdeyse bu cin gözlü kızı benim için termostan doldurttuğu sıcak çayla ayakta bekliyor bulurdum. Oysa içimin ısınması için o masum ve cıvıltılı gözlerine bakmak bana yetiyordu. Sonra sohbet, sonra gülüşmeler, sonra sıcak bir sarılış, ayrılık vakti, görüşmek üzere dilekleri, veda...

Bu gidip gelmeler minik arkadaşımı büyütmüş, onu 15 yaşında alımlı bir genç kız, beni ise kentin en iyi okulunun müdürü yapmıştı. İkimiz de biraz daha gelişip değişmiştik ama o tezgah ve minik tabure, boncuklar, boncukçular, raflarda dizili kitaplar bizim için hep aynı kalmıştı. Acıkmak gibi, uyumak gibi bir şeydi bizim için Sevgi Yolu ve Sevgi Yolu'nda paylaştıklarımız: "Olmazsa, olmaz..."
...
Yine rutin ziyaretlerimden birini yapmak üzere, alacağım kitapların listesini yapıp Şehrazat için de bir kaç yardımcı ders kitabını yüklenerek çıktım okuldan. Otelin köşesinden dönüp genç cıvıltıların yükseldiği sinemaya doğru dikkatsiz bir bakış atıp içimden gülerek sahafların arasına daldığımda bir gariplik olduğunu anladım. Daha adımımı atar atmaz Şehrazat'ı şikayet etmeye başlayan Asım amca bile beni görünce yüzünü kitaplara dönmüş, tozlarını alıyormuş gibi raflarla ilgileniyordu. Korsan Ahmet her zaman uzaktan gördüğünde benim için Müzeyyen Senar'ı çalmaya başlardı; oysa şimdi... Az ötedeki erik ağacı bile bir garipti. Rüzgarın yaprakları arasında salınmasına izin vermiyordu.

Tablası yerinde yoktu Şehrazat'ın. Ne bir bilen, ne de gören... O gün, öylece, aniden çıkıverdi hayatımdan yol arkadaşım. Hiç gelmemiş gibi, hiç olmamış, yaşamamış gibi... O ilk gün, minik parmaklarından avucuma kayıveren kolyeye bir daha dokunamadım. Yatak odamda, aynalı bir konsolun üzerinde, cehennem sıcaklığıyla her baktığımda Şehrazat'ı anımsatan bir küçük volkan heybetiyle, hep anılarımın ve gözyaşlarımın gizli ortağı olarak kaldı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder