30 Eylül 2010 Perşembe

HİSARCIK ÇIKMAZI

-1-
Siz bilmezsiniz burayı. Ama benzerlerini mutlaka görmüşsünüzdür bir yerlerde gezerken, geçerken. Eni konu 50-60 metredir bizim sokak. Hani, şu gecekondudan hallice, birbirine yaslanmasa yıkılacakmış gibi duran evlerin bulunduğu sokaklardan. Bir ucu istinat duvarıyla kesiktir ve öte ucu toprak yola açılır Hisarcık Çıkmazı'nın.

Girin sokağa, Çıkıkçı Fevziye'nin evini kime sorsanız gösterir. Sağ kolda, sondan bir önceki üç basamaklı Rum evi. İşte bu, bizim ev. Fevziye de annem. Elinden her iş gelir maaşallah. Mahallenin sıhhiyecisi gibi çalışır. Kırık çıkıkta namını duymayan kalmamıştır. Zengin semtlerinden bile getirirler şımarık çocukları cicili bicili giysileri ve tüm huysuzluklarıyla. Kupa mı çekilecek, Fevziye koş; iğne mi yapılacak, aman Fevziye yetiş; Fevziye sülük tuttur, Fevziye doğuma gel... Bir keresinde Hayriye Teyzegil’in itleri doğuramamıştı da onu bile annem ölümden kurtarmıştı.

Sokakta gördüğünüz en pasaklı ve sümüklü bebe de bizim ailenin son numarası Nezaket'tir mutlaka. Bakmayın öyle küçük olduğuna, mahallenin tüm çocuklarına illallah dedirtmiştir. Her sabah annem temiz pak giydirip sokağa salar, daha saati dolmadan ya çamura bulanır, ya kavga ederken üstü başı yırtılır, en olmadı ağaca tırmanırken düşüp bir yerlerini paralar.

Bir de babam var ama siz onu göremezsiniz. Biz de göremiyoruz çünkü... Sabah ezanından önce kalkar, demiryoluna ray döşemeye gider, mesaisi bittiğinde Hacı Ömer'in taksisinde şoförlük yapar, gece 12'de arabayı İzzet Amca'ya teslim edip saat 1 gibi eve gelir. Nasıl dayanır diye sormayın ben de bilmiyorum. Belki takside müşteri beklerken uyuyordur...

İşte bizim çekirdek aile... Hır gürü eksik olmasa da mutlu mesut yaşayıp gidiyorduk.

Ta ki...

-2-

Her şey normal başlamıştı. Annem her sabah olduğu gibi yine 3 kere seslenip uyandıramayınca terliği eline aldığı gibi "senden başka işim yok mu benim kör olmayasıca... Kalk zıkkımlan şu kahvaltını da yürü mektebine benim tepemin tasını attırmadan" diye banyoya kadar peşimden koştu, okulda bakkal Hüsamettin'in oğlu Zeki'yle kızların eteklerinin altından ayna tuttuk yine belli etmeden, her zamanki gibi. Çıkışta da Zeki'yle yolumuzu uzatıp top sahasının kıyısından dolaşarak bir yuvarlak taşı ayağımızla top gibi sürükleye sürükleye, birbirimize çalım ata ata geldik mahalleye.

- Lan Zeki... Şu sizin dükkandaki yeni gelen dergiyi aşırsana. acaip avrat resimleri varmış içinde, İzzet Amca babama derken işittiydim.

-Olmaz oğlum, onların naylonu özel... Açıldımı bir daha kapanmıyor. babam ağzıma sıçar valla...

-İyi lan, zaten ne zaman yaralı parmağa işedin ki?.. Hadi görüşürüz...

Toprak yoldan bizim sokağın sapağına geldiğimde bir tuhaflık olduğunu anladım. Bizim sümüklü Nezaket sokakta yoktu. Evin önünde babamın geceleri çalıştığı taksi duruyordu. Peki ama bu saatte İzzet Amca çalışmıyor muydu?

Beni sokağın köşesinde gören Kör Hafız'ın oğlu Saksak Ali aceleyle bizim eve yöneldi, açık olan kapıdan içeri girdi, kayboldu. Allah Allah!.. Ama annem her zaman için "hırlısı var hırsızı var, ne olur ne olmaz" diye kapalı tutmaz mıydı bu kapıyı?

Merak ve heyecandan adımlarımı hızlandıracağıma ayaklarım titremeye başladı; ikircikli bir yürüyüşle evin basamaklarına zor geldim. Bütün Hisarcık Çıkmazı bizim evde toplanmıştı. Zilli Hanife'nin düğününde bile böyle kalabalık yoktu yeminle.

Çantamı girişte bırakıp kalabalık arasından bulduğum yoldan tanıdık bir çift göz arayarak ilerledim. Annemle göz göze gelmemle onun feryadı basması aynı anda oldu...

- Halil'iiim... Yavruuummm, talihsiz bahtsız evladıımmm...

Babam annemin yanıbaşında oturmuş, bir yandan onu sakinleştirmeye çalışırken bir yandan da sesindeki titremeye ve gözbebeğinin ucundaki akmaya hazır damlacığa hükmetmeye çalışıyordu. Annemin iki yana açtığı kollarının arasına attım kendimi ne olduğunu çözmeye çalışırken. Ne olduysa; en güvenli, en sığınılacak yer O’nun göğsüydü çünkü. Ağlamayla karışık feryatlarının arasından çıkartabildiğim bir kaç kelime olan biteni anlamama yetmiyordu... Tam bu sırada, babam, o dağ gibi adam, koskoca Haydar Pehlivan omuzları düşmüş şekilde dişlerinin arasından tıslayarak ve sessizce ağlamaya başladı. Koyverdi sonra gözyaşlarını da haykırışlarını da..

- Ulan namussuzlar... Ulan şerefsizler... Ulan kahpeler... El kadar bebeye uçkur mu çözülür ulan haysiyetsiz köpekler...

-3-

...
Top sahasının yamacında, kocaman bahçeli bir Rum evi vardı eskiden. Bizim mahallenin ayaklı gazetesi Kadriye Teyze'nin anlattığına göre, Hristo adında huysuz ve yalnız bir adam yaşarmış burada. O öldükten sonra da sahipsiz kalmış, her geçen yıl buraların yoksulluğuna tanıklığıyla biraz daha yıpranmış, dört duvarıyla bir de bahçesini saran ayrık otları arasında inatla yaşayan incir ağacıdan başka bir şey kalmamış o heybetli yapıdan. Neden sonra, bu Hristo denen huysuzun kızı olduğunu iddia eden bir afet çıkmış meydana elinde tapuyla; müteahhide verip yıktırtmış yılların incirli konağını, üç bloklu bir apartuman inşasına başlanmış. Sonra, tarihi eser falan diye belediyeyle mahkemelik olmuşlar, inşaata kilit vurulmuş, 2 yıldır da öylece kazulet gibi mahkemenin sonuçlanması bekleniyor...

İşte o inşaatın bekçisi Kadir soysuzu, sabah toprak yoldan geçerken sokakta bizim Sümüklü Nezaket'i görüyor, ağaçtan incir koparmak yalanıyla bebeyi kandırıp inşaatın içine...
...
Sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı Hisarcık Çıkmazı'nda. Kardeşim Nezaket o günden itibaren yaşadıklarını suskunluğunda boğdu. Ağzından tek kelime duyan olmadı. Ağlarken bile gözyaşları sessiz yol alıyordu pamuk yumuşaklığındaki yanaklarından aşağı. Bir daha hiç sokağa çıkmadı, çıkmak istemedi. Annemle babamın gitmediği doktor, kapısını aşındırmadığı hoca, yapmadıkları kocakarı ilacı kalmadı ama nafile...

Annem çıkıkçılığı bıraktı. Hep kendini suçladı. O sabah Bulgarlar’ın Zarife'ye iğne vurmaya gitmeseymiş bunlar olmazmış. Artık tüm zamanını Nezaket’le geçiriyor. bebenin ağzından duyacağı tek bir "annem" sözü için ömrünün kalanını vermeye hazır, eminim.

Yılların Çıkıkçı Fevziye'si şimdi bırakın sabahları terlikle peşimden koşmayı, en affedilmez haydutluklarıma bile sesini çıkarmıyor.

Babam, Haydar Pehlivan öyle bir çöktü ki; anlatmak mümkün değil. Taksiciliği bıraktı. İş yerinde de amirleri onu daha hafif bir bölüm olan bakım onarım şefliğine atamışlar. Sonradan öğrendiğime göre, o talihsiz olayın bir hafta kadar ertesinde top sahasının yamacındaki inşaata gidip elindeki baltayla incir ağacını kesmeye kalkmış da 10-12 kişi zor zaptetmiş.

Şimdi her akşam iş çıkışı o incir ağacının karşısına geçip zihninde defalarca baltasını savurduktan sonra geliyor eve, neredeyse hiç konuşmadan gece yarısına kadar pencere kıyısında oturup sigara üstüne sigara tüttürüyor.

Bekçi Kadir soysuzu Türk Ceza Kanunu'nun bilmem kaçıncı maddesine göre bilmem kaç yıl hapse mahkum edildi. Sonra iyi hali göz önünde bulundurulup cezasının yine bilmem kaç yıla indirilmesine karar verildi. Çocuğum diye beni mahkemeye götürmediler ama eve geldiklerinde babamın yürek dağlayan haykırışları hala kulaklarımda: "İyi halmiş... Ulan soysuzluğun iyi hali mi olurmuş? Ah ulan kahpe zinası.. Çıktığın gün sana göstermezsem iyi hali..."

Gösteremedi Haydar Pehlivan... Bu acıya 8 ay dayanabildi baba yüreği.

Ben o gün hiçbir şey anlamadım. Annemin gözyaşları ve babamın haykırışları arasında şaşkınlık ve korku dolu bakışlarla meseleyi çözmeye çalışırken, Nezaket'in yokluğundan ve evdeki kalabalığın fısıltılarından çözmeye çalışıyordum olanları.
Anladığımda, içimde biriken öfkeyi öyle bir kazıdım ki beynime; kardeşimden sesini ve hayatını çalan şerefsizden bunun intikamını almaya yemin ettim.

O günden sonra bir daha Nezaket'in gözlerine hiç bakmadım, bakamadım. Bir kez bakışlarımız kesişirse, ömrümün son gününe kadar gözyaşlarımın hiç durmayacağından korktum hep. "Bekle kardeşim... Senin o erik yeşili gözlerin haram bana şimdilik. Bekle..."

-4-

Büyüdüm erkenden. Haydar Pehlivan'ın bizleri koyup gitmesinin ardından orta mektebe dışardan devam ederken Meyhaneci Kerim'in yanında çalışmaya başladım. Ne iş olursa... Bir işe yaradığımdan değil, biraz da yardım olsun diye almıştı beni yanına, biliyorum. Rahmetliden kalan üç otuzluk dul yetim aylığı evin bir haftalık erzağına anca denk geliyordu. Ev kirası, Nezaket'in ilaçları, odun kömüre de anacığımın yapıştırdığı sülükler, yaptığı iğneler mümkünü yok yetişmiyordu. Tüm Hisarcık Çıkmazı bir şekilde bizi incitmeden yardım etmenin yolunu arıyordu. Meyhanede bile müşteriler onca garson varken sigara almaya beni yollayıp, para üstünü bahşiş olarak bırakıyorlardı.

Yine bir gün, müşteriye sigara almak için Zekiler'in dükkana doğru seğirtirken... Gözlerim faltaşı gibi açıldı, olduğum yere mıhlandım kaldım. O'ydu. Yeminle... Önde orta yaşlı, süslü mü süslü bir kadın, arkada da eli kolu paket dolu o: Kadir soysuzu!..

İçimde kabaran bin türlü duyguyu bastırıp aklıma gelen ne kadar analı avratlı küfür varsa mırıldanarak peşlerine takıldım. Saçı sakalı ağarmış, beli ikiye katlanmış, bir deri bir kemik hali bile onun aşağılık, soysuz zavallılığını gizleyememişti. Ulan kahpe zinası... Ulan soysuzun dölü... Ben senin...

Zihnimden geçirdiğim türlü intikam senaryoları eşliğinde top sahasının oraya kadar takip ettim.

- Şu incir ağacını da bir ara kökleyiver Kadir Efendi.

- Ama hanımım... Baba yadigarı sayılır o ağaç...

- Ne yadigarı Kadir Efendi? Hristo babalığını zamanında göstereydi de ben de yadigarını hatırasını sayaydım. Balkonu mahvediyor yaprakları vre; kes gitsin...

- Emrin olur Eleni Hanım. Sabah apartumanın ekmeğini gaztesini dağıttıktan sonra beş dakkada hallederim.

Demek o süslü yosma da Hristo'nun kızı... Her şeyin asıl sorumlusu değil mi bu Eleni? O olmasa ne Kadir soysuzu buralara gelecekti, ne de benim bahtsız Nezaketim'in başına...

-5-

Hiçbir şey olmamış gibi bitirdim geceyi. Gecenin sabahı selamlamaya başladığı saatlerde meyhaneden eve döndüğümde, her zamanki gibi kapıda anahtarın sesini duyduktan sonra ışığı kapayıp yatağına girmişti annem. Ben de her zamanki gibi sessizce odasına girip uyur numarası yapan Çıkıkçı Fevziye’nin üstünü örtüp; komodinin üstündeki yarısı dolu su bardağının altına cebimdeki paranın bir bölümünü kıstırarak, her çizgisinde bir başka hüznün asılı durduğu pamuk yanaklara kelebek öpücüğümü kondurup üst kata, Nezaket’in odasına yöneldim.

Kanatsız bir melek öylece, ellerini bacaklarının arasına sıkıştırmış, cenin pozisyonunda uyuyordu. Tam üzerini örtmek için hamle yaptığımda -her zamanki gibi- yüzüne yerleştirdiği “hoş geldin” tebessümü ile erik yeşili gözlerini açtı, boynuma sarıldı. Bazı geceler bu vaziyette sabahın ilk ışıklarına kadar kalırdım. O’nu tek güvendiği limandan, abisinin korunaklı sıcağından ayırmaya kıyamaz, hiç kımıldamadan ve sadece Nezaket’imin soluğunu dinleyerek o uyanana kadar beklerdim. Ama bu gece… Usulca iki gözüne iki öpücük kondurup “Uyu kanatsız meleğim” dedim, “huzur içinde uyu. Sabah uyandığında her şey çok daha güzel olacak…”

Hisarcık Çıkmazı’nın iki talihsiz kadınının da uyuduğundan emin olunca, sessizce dışarı çıktım. Eski sokağın tozlu kaldırımlarını adımlayıp Zekilerin eve doğru yollandım. Sabah namazı için camiye giden mahallenin ihtiyarları meyhaneden hep o saatlerde dönmeme alışık oldukları için yadırgamadan selamladılar. Ne kadar zamanda yürüdüğümü hatırlamıyorum ama yol bitene kadar kafamda her şey netleşmiş, dört dörtlük bir plan yapmıştım bile.

Camına attığım üçüncü küçük taştan sonra Zeki pencerede belirdi. Uyku mahmurluğu ve şaşkınlık arasında halimden önemli bir şey olduğunu anlamış olacak ki ikinci defa el etmeme gerek kalmadan aşağı indi. Baştan sona her şeyi satırı satırına anlattım. Sonra yolda gelirken hazırladığım planı da… Cebinden çıkardığı filtresiz Bafra paketinden bir kendine, bir bana yakıp uzattı önce. Sigaralar bitene kadar hiçbir şey konuşmadık başka. Sadece içimize çektikçe cozurdayan sigaranın közü, havadaki hafif esintinin de etkisiyle şekilden şekle giren duman ve sessizlik…

İzmariti yere atıp ayak ucuyla öldürdükten sonra iki eliyle omuzlarımdan tutup hafifçe sarstı beni:

- Ulan deyyus… Senin kardeşin, benim de kardeşim. Bekle, hemen geliyorum…

Kaşla göz arasında eve girip, gözden kaybolduğu çabuklukla tekrar göründü kapıda. Sokak lambasının ışığı altında parıldayan babasının Baretta’sını beline sokarken

- Şimdi tamamım, dedi. Yürü, gidiyoruz…


-6-

Hesabımız şaşmadı. Kadir soysuzu, apartmanın sabah alışverişini yapmak için herkesten önce kalkmıştı. İki gölgenin peşine takıldığından habersiz, kolunda büyükçe bir sepetle dört sokak ötede yeni açılan markete doğru yollanmıştı. Tam top sahasının arkasına kıvrıldığında, Zeki’yle beraber çöktük tepesine. Bir hamlede ellerini ve gözlerini bağlayıp derdest ettik. Aceleci adımlarla mahalleli çocukların ‘perili ev’ diye yanaşmaya korktukları eski ve yıkık dökük binaya girip öylece attık Kadir itini yere.

- Sesini çıkardığın anda beynini uçururum, dedi Zeki ürkütücü ve otoriter bir sesle. Kadir soysuzu çoktan titremeye başlamış, korkudan sidiğini tutamamıştı.

İkisini metruk binada bırakıp koşarak eve gittim. Yine çıktığım gibi, usulca kapıyı açtım, annemi uyandırmamaya gayret ederek Nezaket’in odasına yöneldim. Yanağına kondurduğum öpücükle açtığı gözlerindeki soru işaretlerine rağmen, parmağımla yaptığım sus işaretiyle giyinmesini söylediğimde ikiletmeden hazırlandı. Kapıdan çıkıp hızlı adımlarla malum yere doğru giderken Nezaket yarı şaşkınlık yarı merak ve biraz da korkuyla sıkı sıkıya yapışmıştı elime.

Yanlarına vardığımızda Kadir soysuzunun yüzü gözü kan içinde yerde kıvranıyor, Zeki de kesik kesik soluk alıp vererek neresine geldiğine bakmadan ardı ardına tekmeler savuruyordu şerefsizin üstüne. Bizi görünce durdu, kenara çekildi, paketten çıkardığı sigarayı yakıp duvarın dibine çöktü. Nezaket büyüyen gözlerini Kadir’in üzerinden bir saniye bile ayırmıyordu.

- İşte canım kardeşim… Yıllar önce sana kıyan soysuz, sütü bozuk pezevenk bu. Şimdi hesap kesme zamanı… Sana, Halil Pehlivan’a, Çıkıkçı Fevziye’ye çektirdiklerinin bedelini ödeyecek. Artık o güzel gözlerinden akıttığın yaşlar son bulacak.

Zeki’nin elinden silahı aldım, emniyeti açıp mermiyi namluya sürdüm.

- Salavat getir ulan dürzü tohumu. Cehenneme mundar gitme bari…

Af dileyecek mecali kalmamış Kadir soysuzu gözlerini sıkı sıkıya kapamış, ağlak ve titrek bir sesle ne olduğu anlaşılmayan şeyler mırıldanıyordu. Namluyu şakağına dayadım, parmağımı tetiğe yasladım, zavallı bir sürüngen gibi yerde kıvranan soysuz bedene okkalı bir tükürük fırlattım.

- Dur!..

Kulaklarımdaki uğultuyla sesin geldiği yöne çevirdim başımı…

- Dur abi… Dur…

Nezaket, koşar adımlarla geldi, önce elimden silahı aldı, sonra sicim gibi akıttığı yaşlarla boynuma sarıldı. Sadece iki kelime… Yıllar sonra Nezaket’imin ağzından çıkan iki küçük kelime. Hiç durmadan tekrar ediyordu

- Dur abi… dur abi… dur…

Yanak yanağa, göz yaşlarımız birbirine karışır halde dakikalar geçti. Kardeşim konuşuyordu artık. İki kelime de olsa konuşuyordu. O güzel sesini esirgemiyordu bizden artık. Bitmişti Nezaket’in kendini hapsettiği sessiz esaret…

Yine girdiğimiz gibi, el ele eski binadan dışarı çıktık. Gün, ilk ışıklarını salmaya başlamıştı Hisarcık Çıkmazı üzerine. Kapıdan girdiğimizde Çıkıkçı Fevziye çoktan uyanmış, telaşla dört dönüyordu evin içinde.

- Anne; sana bir sürprizim var!.. Hadi Nezaket…
- G…g… günaydın anne…

Bir annenin çocuğuna böyle sarılışını görmek dünyadaki her şeye değer…

-7-

Sabahın fısıltı gazetesi çoktan işe koyulmuştu…

- Duydunuz mu kapıcı Kadir’i?
- Duymadık, ne olmuş ki?
- Çükünü kesip incir ağacına asmışlar. Kadir’i de hastanenin önüne atmışlar öylece. Dili tutulmuş, korkudan tek kelime konuşamıyormuş…
- Yaa… Kim yapmış ki acep?
- İncir ağacının altında yatır varmış. Bizim kadir de ağacı kesmeye yeltenince…

Siz bilmezsiniz bizim mahalleyi. Bilmeyin de zaten…

29 Eylül 2010 Çarşamba

BEN NEYİM?

Biliyorum, bazen fazla incitiyor sözüm. Parmağım gözüne batıyor bazılarının... 

Oysa yazdıklarım sadece durum tespiti ve kişisel görüşten ibarettir. Kimseyi doğrudan hedef almaz hiçbiri. Bu nedenle, kimse içinden hakaret vs. çıkarmaya çalışmasın.

Haa... yanlı mıyım? Evet, sonuna kadar "tam bağımsız, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti"nden yanayım, sonuna kadar Kemalizm savunucusuyum.

Buna karşı çıkacak herkesin ve her sözün de karşısına dikilirim elimden geldiği, gücüm yettiği sürece.

Ayrışmanın karşısındayım. Bölünmenin karşısındayım. Kültür emperyalizmi de dahil olmak üzere emperyalizmin her türlüsünün karşısındayım.

Kapı gibi kendi gelenek göreneklerimiz varken batılılaşmanın da, araplaşmanın da karşısındayım.

Ümmet dayatmasına da, soy daraltmasına da karşıyım.

Misak-ı Milli sınırları içerisinde Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğü, dünya görüşümdür.

Bu sınırlar içinde çakma "hepimiz hrantız" "hepimiz ermeniyiz" hepimiz kürdüz" lakırdılarına karnım tok.

"HEPİMİZ TÜRKÜZ" diye bağıra bağıra söyleyemeyenin samimiyetinden şüphe ederim.

Teröre de, teröriste de, onlara yardım ve yataklık edene de lanet okurum.

"Töre"yi "terör" haline getirip feodalizmin kaynaklarını sonuna kadar sömürenlerin bu ülkenin en büyük sorunu olduğuna inanırım.

Şimdiye kadar bunları yazdım, şimdiden sonra da aynı şeyleri yazmaya devam edeceğim.

Bir dostun da dediği gibi...

...Kimse okumazsa, ben okurum d1 gulmesi

27 Eylül 2010 Pazartesi

ONLINE ve SİMULTANE İLİŞKİLER...

y: merhaba... Ararken gördüm... nickiniz cok ilginç geldi... konuşabilir miyiz? (Yalan... haydar verdiydi adresini, iş çıkar bundan dediydi)

x: Elbette... sizin de nickiniz ilginç. Genelde tanımadığım kişilerle konuşmam pek ama... (bırak bu ayakları olm, biz kaçın kurrasıyız?... senin gibileri sya götürür susuz getiririm)

y: Ne hoş resim? siz misiniz bu? çok genç görünüyorsunuz. (kokona... boya küpüne düşmüş sanki)
x:(hımmm çapkın makarna bu da)

y: bu tanımı ilk duyuyom bak... İlginç.

x: ne bişey mi dedim

y: yooo... birileri arkadan bişey dedi de... makarna varmış akşama

x: (ulen fısıltımı da mı görüyor bu be)

y: altıncı hissimin kuvvetli olduğunu söylemiş miydim? hatta 7 ve 8 de...

x: aslında benimkine de öyle derler (tosladık)

y: (ulem bu da anasının gözü gibi görünüyo ama...)zaten onun için birden bir yakınlık duymaya başlamıştım..

x: (bi de genelleme yapıyordur, "hatun genellemeleri" erkekler pek sever) aynen aynen... çekim olmuştu (hıh)

y: (ayyy... bu 6. his plavralarına kandığına göre kesin burç muhabbetine falan da girer simdi)

x: burcun ne

y: ay.. dilimin ucundan kaptın valla.. sinci ben sorucaktım... tahmin et...

x: (bi de anlasam) hımm...

y: (simdi kendisi için en güzel burcu ilk söyler)

x: (atayım) akrep

y: Aaaaa... nasıl bildin yaaa... o kadar belli oluyo mu? (tamam... simdi burdan mevzuya girmek lazım)

x: (aha uçtum be) oluyor... çok...

y: Akreplerin libidosu yükek olurmuş biliyo musun... bi yerde okumustum (libido ne demekse?)

x: (libido ne demekse?) yapma ya

y: vallahi... bir kadın dergisinde okumuştum...çok hoş.. tavsiye ederim...

x: alacağım en yakın zamanda...libido mibido bilgilenelim...

y: (allahtan önceki hatunun söylediklerinden bikaç sey kalmış aklımda... yoksa neyime gerek benim öyle dergi falan)

x: (benim burcumu sormadı bu da anlamıyor belli)

x: (bu pek deneyimli be ya dikkat et kızım x)işiniz varsa ben sizi tutmayayım...

y: Şeyyy... ya kusura bakma... böyle bayanlar karsısında pek konusamam... utangaçımdır biraz (nasıl söylerim öbür tarafta iki hatuna daha bağlama çektiğimi)

x: (pehhhh yalana bak!!) anlıyorum... (hattında sabah şekerleri vardır bunun)

y: (burcunu sorsam mı? ama bi halt bilmem ki...) Seninki ne?

x: aslan (sorarsa yan bastık)

y: (aha... şinci özelliklerini sorsam iki saat oyalar bunu.. ben de rahat rahat öbür hatunları bağlarım ) Aaaa.. çok ilginç.... özellikleri ne? sen tasıyomusun aslan özelliklerini?

x: tel

y: (kesin simdi kitap falan karıştırıyo tel ayağına... entel görünecek ya)

x: kusura bakmayın y bey...

y: estafurullah ne demek... sizin gibi bir bayanı beklemek şereftir

x: ben burç gibi zırva konularla hiç uğraşmadım uğraşamam da (havama bak be)

y: (Ana.. haspaya bak... aklı sıra hava yapıyo)

x: (kendine gelemez)

y: Öyle demeyin ama... bütün insanlığın geleceğini etkiliyor yıldızlar

x: benim etkilemez

y: (neydi lan şu gezegenin adı? hah...)Bak marduk geliyomuş

x: (bana vurulacak birazdan)

y: bütün bu depremler savaşlar falan ondan oluyomuş

x: öyle mi nereye?

y: (Aksama yemeğe..)Yani... yakınından geçecekmiş dünyanın.. öyle diyorlar

x: hıııı...boş iş bunlar... ben çiçek böcek şiirleri yazarım, o kadar...

y: (Ulem... evinde ciltler dolusu burç ve rüya tabirleri kitabı yoksa ne oliim)Aaa... lirikçisin yani...(eski hatunlardan biri de böyleydi...sonra terkedince doğa moğa kalmadı.. zırıl zırıl ağlamıstı)...(şimdi sözlükten lirik ne demek diye bakıyodur bu)

x: (hatun listesine mi bakıyor ne? kim neden hoşlanır ayağına)evet çok severim aşk şiiri yazmayı (hehehe)

y: yok.. ben genelde taktik şiirleri daha çok seviyorum ((öylemiydi lan? Uleemmm... öyle diildi be)yani tiktaktik siir

x: yok ben özel bir tarzla yazarım... sevgilim seni özledim /dudaklarını gözledim... tarzı.

y: hımm.... olmaz... sanat topluma bi şeyler kazandırmalı...

x: (iyi bu benden soğutur bu enteli)

y: sosyal içerikli olması lazım

x: yok bu tarzı seviyorum

y: (ulem bu hatun çekilmez be...ikinci buluşmada aşık olur)

x: (kurtulacam kesin)dün gece yazdım bi tane. geçeyim mi sana

y: Aaaa... elbette.. çok sevinirim (işin yoksa iki saat saçma dinle şimdi)

x: (acil uydurmam lazım)dur önce ümit yaşardan bi şiirle açılış yapayım... ardından ibrahim sadri ve saz arkadaşları

y: İstersen mail at... sindire sindire okurum daha iyi (doğrudan çöpe )

x: çok seversin eminim

y: (Amaaannn... kesin bu aksamları kim şık kim rüküşü de seyrediyodur)Aaaa.. en sevdiğim

x: toplumcu aşk şiiri yazar (hehehe)

y: bayılıyorum o adama (insallah adamdır yani)

x: dün gece...ikinci bahar diye bi yarışma var ya... onu seyrederken ibrahim sadri okudum...ne hoştuuuu

y: hıhı...güzel bi dizi... şener şen falan...

x: yok o değil... biz evleniyoruz gibi var ya...yarışma...çok etkiliyor beni

y: (Ana... daha burdan evlilik lafları etmeye başladı... Yok anacım bana gelmez)

x: (korkuttum artık asılamaz)

y: Yaaa... değil mi.. ne güzel o yaştaki insanların kumrular gibi birbirleriyle hasbıhal etmeleri

x: evet evet (akşam sefalarında hatuna kumru da yediriyodur bu)

y: (Ulem bu hatun böyle entel ayaklarında falan... bunu öyle simit peynirle de kandıramyız)

x: (ay bandanam düşmüş)

y: (yine de bi deniim... Yoklama çekmek lazım)

x: ay bandanam düşmüş...

y: Aksamları günbatımını seyretmeyi çok severim biliyomusun

x: ben de

y: vapurdan... sevgilimle martıları izlerken aksam yemeğimizi, simidimizi o bembeyaz kuslarla paylaşmak ayrı bi haz veriyor bana...

x: (başkalarıyla yaptığını tavlayacağı hatuna anlatıyor bu da alem ha)ben de martıları çok severim hele akşam saatleri gemide...ne romantizmdir o...

y: (hehehe.. hep işe yarar... Başka bi sevgiliyi işin içine sokunca kıskançlık damarları kabarır...)
x: (beni "hatunlar" la karıştırdı... kıskanç kadın oturmamıştır... hıh)

y: (Rekabete dayanamazlar)

x: (rekabete dayanamayanlar kendini aynı kulvarda görenlerdir)

y: Hani o hafiiif bi esinti olur ya...

x: hı hı... hı hı... hafif ürpertir

y: kadının saçları erkeğin yüzünü yalar

x: evet evet

y: kokusunu denizle birlikte içime çekerim...

x: (saçım da kısa işe bak)

y: (Ayy.. ne iğrençtir aslında.. hep kaşındırır beni uzun saç)

x: hele bi de şampuanı rejoice sa değme keyfine

y: Yok.. şmpuan önemli değil.. Doğal ten kokusu olmalı

x: (ne iğrençtir uzun saç be...değer surata romantizmin içine bile eder...gözlüğe sıkışır mesela)

y: (iyyykk... bi de şu iğrenç ucuz parfümlerden sıkmıyolar mı...) gözlerimin önünde sadece sevgilimin saçları olur...arasından deniz ve martıları izlerim(Gözlüklerimi kirletirler.. iyyyy)

x: elini de tutarsınız (simidi kapmak için)

y: Ahh.. elbette... sıcaklığımızı paylaşmak için...(tutmassam parmağıyla görmemişler gibi sağı solu işaret edip rezil eder beni yoksa)

x: (kaç hatunun kanına girdi acaba?ucuz parfümlü de vardır aralarında...)

y: (Ulem bu hatun işi biliyo ha... el tutmalar falan...)

x: (el tutmak ilk temas ne önemlidir halbuki)

y: (Yok... böyle tecrübelilerle işim olmaz benim.. ufaktan kirişi kırmalı...) Şeyyyy... kusura bakma yaa.. sohbet çok güzel ama... az sonra önemli bir iş yemeğine yetişmem gerekiyor...

x: (biz biliriz o yemekleri... Sarışın ve moldovyalı olanları yenilir ara sıcaktan sonra genellikle) Ahh.. tabii.. kusura bakma... cenem açıldı yine... seninle konuşurken zamanın nasıl geçtiğini farketmemişim... Benim de tenis maçım vardı zaten.. Ona yetişmem gerek...

y: (Hangi kuaförde acaba bu maç? Geç bunlarıı...) Sportmen biri olduğun resimden de anlaşılıyor zaten (O kilolardan kurtulmak için gym lere kaç para yatırıyor acaba?) neyse.. en kısa sürede tekrar görüşmek üzere (nerdeydi şu msn nin blocku?)

x: teşekkür ederim.. çok naziksin... bir sonraki görüşmeyi iple çekeceğim (nerdeydi şu msn nin blocku?)

MESELE GERÇEKTEN KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİ Mİ?

Abdülaziz Özdemir: 1953 İdil doğumlu. 21.02.1991'de Şırnak ili İdil ilçesi Köyceğiz köyü yakınlarında Türkiye'den Suriye'ye geçmek isterken PKK ile güvenlik güçleri arasında çıkan çatışma sonucu ölü olarak ele geçirildi.

Levent Kayadağ: 1972 Siverek doğumlu. 16.10.1993'te Elazığ'ın Alacakaya Çataklı köyü yakınlarında köy korucuları ile girdiği çatışmada ölü olarak ele geçirildi.

Mehmet Öztunç: 1954 beştüşşebap doğumlu. 08.09.1993'te Antalya'da terör örgütü mensubu olmaktan ve PKK'ya yardım ve yataklıktan tutuklandı. 19.08.2000 tarihinde HADEP Antalya İl Yönetim kurulu Üyesi seçildi.

Orhan Ölsen: 1977 silvan doğumlu... Askere gitmemek için çürük raporu aldı. PKK terör örgütünün dağ kadrosu mensubu.

İdris Sefil: 1977 Karayazı doğumlu. Yasadışı silahlı örgüt kurmak veya katılmaktan hapis cezası aldı. PKK/YCK örgütlenmesi içinde yer aldı. Konya HADEP il gençlik komisyonu üyesi. Çürü raporu alarak askere gitmedi.

Haci İçer: 1974 Hazro doğumlu. PKK terör örgütü mensubu ve HADEP Diyarbakır Hazro ilçe teşkilatı yönetim kurulu üyesi. Çürük raporu alarak askere gitmedi.

Şemsi Emen: 1937 Ceylanpınar doğumlu. Şanlıurfa Ceylanpınar HADEP üyesi olup Işıklar köyünde muhtarlık yaptı. PKK'ya yardım ve yataklık yapan işbirlikçilerden.

Zülküf Demirtaş: 1948 Palu doğumlu. HADEP İmamlar birliği üyesi ve PKK işbirlikçisi.

Sidar Şimşek: 1978 silvan doğumlu. DEHAP Silvan ilçe teşkilatı faaliyetlerinde aktif. 18.11.2005 tarihinde Şemdinli ve Yüksekova'da yaşananlarla ilgili yapılan basın açıklamasında yasadışı sloganlarla topluluğu provake etti.

Mehmet Sami Geniş: 1977 Diyarbakır doğumlu. PKK adına faaliyetlerde bulunmak suçundan cezaevinde yattı. Terör örgütüne maddi destek sağlamak amacıyla uyuşturucu kaçakçılığı yaptı. Bununla ilgili 11.12.2002'de İstanbul 6. DGM mahkemesinde 6 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldı.

Özgür Erbil: 1975 Afşin doğumlu. Sahte belgeyle yurtdışına kaçtı. Halen Almanya'da PKK adına uyuşturucu madde ticareti yapmakta.

İhsan Kaya: 1969 Kurtalan doğumlu. PKK terör örgütü adına işçi simsarlığı, uyuşturucu, silah ve para kaçakçılığı yaptı. Romanya'da sahte pasaport ve kimlikle yakalandı.

Kudbettin Akşula: 1968 Muş doğumlu. 1992'de Muş'ta PKK törör örgütüne maddi destek sağlamak amacı ile silah kaçakçılığı yapmaktan yakalandı. Askere gitmemek için çürük raporu aldı.

Buraya kadar bilmediğiniz hiçbir şey anlatmadım değil mi? İlginizi çekecek, şaşıracağınız hehangi bir detay yoktu...

Peki... Şimdi baştan başlıyorum. Altta yazacaklarımı, üstteki bilgilerle birleştirin ve bakın bakalım şu bizim dayatılan kürt kimlik sorunumuz aslında neymiş:

Abdülaziz Özdemir: Dedesi Yusuf ve ninesi Kazo Ermeni asıllı.

Levent Kayadağ: Dedesi Mikdat ve ninesi Havuş Ermeni asıllı.

Mehmet Öztunç: Dedesi Musa ve ninesi Mirari Ermeni asıllı.

Orhan Ölsen: Büyük dedesi İliyo ve ninesi Mari Ermeni asıllı.

İdris Sefil: Büyük dedesi Avit, ninesi Cevahir Ermeni asıllı.

Haci İçer: Dedesi Ali ve ninesi Gule Ermeni.

Şemsi Emen: büyük dedesi Kermo ve ninesi Havva Süryani asıllı.

Zülküf Demirtaş: Büyük dedesi Kirikos ve ninesi Nazlı Ermeni asıllı.

Sidar Şimşek: Büyük dedesi Bedros ve ninesi Luşin Ermeni asıllı.

Mehmet Sami Geniş: Büyük dedesi Serkis ve ninesi Suşi Ermeni asıllı.

Özgür Erbil: Büyük dedesi Akup ve ninesi Lüsye Ermeni asıllı.

İhsan Kaya: Büyük dedesi Görgis ve ninesi Şemuni Süryani asıllı.

Kudbettin Akşula: Büyük dedesi Vartan ve ninesi Zelha Ermeni asıllı.

Yavaş yavaş şaşırmaya başladınız mı? Bir kaç isim daha sıralayalım mı hazır hızımızı almışken?..

Mesela DTP Kurucular Kurulu üyesi Barış Başak Ermeni asıllı, DTP Genel Merkez Yönetim Kurulu üyesi Osman Ergiz Yezidi asıllı, DEHAP Siirt il delegesi Basri Kaysi Süryani asıllı desek?..

HADEP İzmir Konak Yönetim Kurulu üyesi ve Ermeni asıllı Dilaver Öncü'nün kilise içerisinde vaaz ve eğitim verdiğini, misyonerlik faaaliyetleri yürüttüğünü söylesek?..

PKK mensubu ve HADEP parti meclis üyesi Edip Yıldız'ın, DEP Antalya Merkez Muratpaşa Belediye Encümen Adayı Haşim Benek'in, HADEP İstanbul İl sekreteri Mahmut Hakkı Eşiyok'un, HADEP Şanlıurfa İL Yönetim kurulu Üyesi İzzettin Kalaycı'nın, 1995 seçimlerinde HADEP Diyarbakır milletvekili adayı olan Mehmet Cantekin'in Ermeni asıllı, İzmir HADEP Gaziemir İlçe Yönetim Kurulu üyeliği yapan PKK mensubu Mehmet Zeki Kanşiray'ın Süryani asıllı olduğunu eklesek...

Yerimiz yetmediği için Maruf Altın, Ruşen tapancı, Zana Mazak gibi isimleri ve daha birçoklarını aktaramadığımızı dile getirsek?..

Şimdi sizce Güneydoğu'da olan şey Kürt milliyetçiliğinden kaynaklanan bir halk ayaklanması mıdır? Yoksa dini imanı para olmuş soysuzların gazetesinden televizyonuna, uyuşturucudan silah kaçakçılığına, insan ticaretine kadar geniş yelpazede faaliyet gösteren holdinglerini ayakta tutup daha çok para ve güç elde etmek için halkı uyuttukları bir masal mıdır?

OYSA AŞK...

Kime söylediysek dinletemedik. Oysa aşk bencillikti biraz da. Ve yalnızlıktı çokça... Yoksa niye yazılsın bunca şarkı, şiir; niye dökülsün bunca göz feri?.. Bunun için yok olduk göz hizasından sessiz sedasız. Bunun için yok saydık her şeyimizi...

Şimdi sığındığımız kuytuda kaç sevdayı kendi intiharımızla vurduğumuzun hesabını yapıyoruz tek kişilik yaşanmışlıklarımızla. Kimbilir hangi kıyıda, kimbilir hangi koyunda nekahatini arıyor bize derman ol(a)mayan o sevda...

Susmaların en koyusunu yaşıyoruz içe dönük haykırışlarımızla. Portakal çiçeklerinin sonbahara doğuşu bile kar etmiyor sağırlığımıza. Ağır ağır ölüyor yüreğimize baş tacı ettiğimiz narin martı. 


Soluyor gün, yok oluyor yüzün...

Aynı yağmurun altında yürümüş olsak da farklı damlalar ıslatmış üstümüzü, geç anlıyor insan.

Neydi beklediğimiz, neyi getiriyor yaşam?..

ADIN BENDE SAKLI... ADIN BENDEN SAKLI!..

Ruhu dinlendiren bir fon müziği eşliğinde dans ediyor yüzün. Biraz utangaç, biraz heyecanlı en çok da gizlemeye çalıştığın belli belirsiz bir hüzün sıkışıyor sözlerin arasına. Gülüyorsun, ama biliyorum; içini acıtıyor anlattıkların.

Gülüyorsun. Bir anlatıp iki, iki anlatıp üç, beş... inadına ve ısrarla sarıldığını ispat etmek ister gibi. Hayatı dibine kadar, her şeyiyle yaşayabileceğini kanıtlamak için gülüyorsun.

Yorgunluk akıyor gözlerinden, görmüyorsun. Alkollü zamanların esrik boşvermişliğine yatırsan da ruhunu, dinmiyor, dinlenemiyorsun. Hep diken üstünde, hep ikircikli, hep tetikte ve hep kalınca bir zırhın ardında bekliyorsun.

Bekliyorsun. Kimi ya da neyi olduğu önemli değil. Geldiğinde bileceksin, takılıp peşine gideceksin. Bir düş, bir öpüş, bir iç çekiş ya da bir hiç... "Hiç"ten biraz fazlasını bulma umuduyla bekliyorsun.

Saçının perçemine takılıyor umut. Elinle taraklayıp bakıyorsun, elinin boşluğunda boğuyorsun. Umudu unutuyorsun.

Eski zamanlardan kalma bir aryanın çığlığında yankılanıyor adın.

Bekliyorum, gelmiyorsun.

Bekliyorsun, gülmüyorsun...

24 Eylül 2010 Cuma

ŞEHRAZAT

"Sevgi Yolu"... Öyle demişler adına, nedense. Şehrin en işlek caddelerinden birinin asfaltını söküp parke taşlarıyla döşemiş, araç trafiğine de kapatmışlardı bir zaman önce.

En sevdiğim şeydi burada dizi dizi sıralanmış sahafları ve onların arasına serpiştirilmiş incik boncukçuları didiklemek. Çeşit çeşit nazar boncuklarım vardı. Artık beni tanıdıklarından, özellikle çağırırlardı yeni ve değişik boncukları geldiğinde.

Şehrazat da onlardan biriydi işte. Dokuz, bilemediniz on yaşlarında cin gözlü bir kız. Öğleden sonra kurardı tezgahını; okul sonrası. Özenle ve renklerine ayırarak dizerdi tablasına minik ellerinden çıkma kolyeleri, bileklikleri, küpeleri... Sonra taburesine oturur, bir yandan derslerini yaparken bir yandan tek gözle tablasını gözetlerdi. Müşteri gelirse anında kalkar, az önceki okul çocuğu yerine usta bir satıcı gelirdi ki, tezgaha uğrayıp da hiçbir şey almadan gidebilen kimse olmamıştı şimdiye kadar. Ben de öyle tanışmıştım. Bana satacak hiçbir şey uyduramayınca minik taburesini ikram edip hiç değilse soluklanmamı, çok yorgun göründüğümü, bu havalarda insanın kendine dikkat etmesi gerektiğini bilgiç bilgiç söyleyip oturtuvermişti. Sonra laftan lafa atlarken edebiyat öğretmeni olduğumu, isterse derslerinde yardımcı olabileceğimi belirttiğimde; çok memnun olacağını, ancak bir şartla, uzattığı kolyeyi almam koşuluyla bunu kabul edebileceğini söyledi ve zaten cümlesi bitmeden narin parmakları arasındaki kolye çoktan avuçlarıma kayıvermişti.

Sonrasında her gün Şehrazat'ın minik taburesinin konuğu oldum. Kimi gün bir kaç dakika, kimisinde bir kaç saat... O bana boncukların en güzellerini seçti kendince, kimsede olmayan nazar boncuklarını tezgah altından çıkarıp sattı, ben ona bazen dersleriyle ilgili bazen de abla tavsiyelerimle yardımcı olmaya çalıştım. Zaten artık abla-kardeş olmuştuk. Sevgi Yolu'ndaki tüm esnaf bizi biliyor, daha ben yolun ucunda görünmeden Şehrazat'a haber uçuyordu. tezgahın başına geldiğimdeyse bu cin gözlü kızı benim için termostan doldurttuğu sıcak çayla ayakta bekliyor bulurdum. Oysa içimin ısınması için o masum ve cıvıltılı gözlerine bakmak bana yetiyordu. Sonra sohbet, sonra gülüşmeler, sonra sıcak bir sarılış, ayrılık vakti, görüşmek üzere dilekleri, veda...

Bu gidip gelmeler minik arkadaşımı büyütmüş, onu 15 yaşında alımlı bir genç kız, beni ise kentin en iyi okulunun müdürü yapmıştı. İkimiz de biraz daha gelişip değişmiştik ama o tezgah ve minik tabure, boncuklar, boncukçular, raflarda dizili kitaplar bizim için hep aynı kalmıştı. Acıkmak gibi, uyumak gibi bir şeydi bizim için Sevgi Yolu ve Sevgi Yolu'nda paylaştıklarımız: "Olmazsa, olmaz..."
...
Yine rutin ziyaretlerimden birini yapmak üzere, alacağım kitapların listesini yapıp Şehrazat için de bir kaç yardımcı ders kitabını yüklenerek çıktım okuldan. Otelin köşesinden dönüp genç cıvıltıların yükseldiği sinemaya doğru dikkatsiz bir bakış atıp içimden gülerek sahafların arasına daldığımda bir gariplik olduğunu anladım. Daha adımımı atar atmaz Şehrazat'ı şikayet etmeye başlayan Asım amca bile beni görünce yüzünü kitaplara dönmüş, tozlarını alıyormuş gibi raflarla ilgileniyordu. Korsan Ahmet her zaman uzaktan gördüğünde benim için Müzeyyen Senar'ı çalmaya başlardı; oysa şimdi... Az ötedeki erik ağacı bile bir garipti. Rüzgarın yaprakları arasında salınmasına izin vermiyordu.

Tablası yerinde yoktu Şehrazat'ın. Ne bir bilen, ne de gören... O gün, öylece, aniden çıkıverdi hayatımdan yol arkadaşım. Hiç gelmemiş gibi, hiç olmamış, yaşamamış gibi... O ilk gün, minik parmaklarından avucuma kayıveren kolyeye bir daha dokunamadım. Yatak odamda, aynalı bir konsolun üzerinde, cehennem sıcaklığıyla her baktığımda Şehrazat'ı anımsatan bir küçük volkan heybetiyle, hep anılarımın ve gözyaşlarımın gizli ortağı olarak kaldı.

YÜREĞİMDE BİR ÇOCUK...

Her şey çoğalır dünyada yaşamak adına Kanundur bu.
Sevgi çoğalır, övgü çoğalır, kaygı çoğalır
Kin, nefret, düşmanlık
Yalan ve yalınlık
Yılanlık
Çıyanlık çoğalır.

Sitemler de, görkemler de çoğalır.
Gözpınarlarındaki yaş,
Dudak kenarındaki kırık dökük ve yavaş
Ve tedirgin gülüş ve bakış
Ve kaçışlar da çoğalır, kaçınılmaz...

Her şey çoğalır dünyada
Var olan ve olacak
Yar olan ve sıcak
Kurak ve bireysel sevgiler
Sevgililer
Kahrolası ihanetler çoğalır.

Yakınlıklar çoğalır teknoloji gereği
Hasretler çoğalır yakınlaştıkça
İnsan insana uzaklaşır,
İnsan kendinden uzaklaşır
Uzaklar çoğalır uzlaşılmaz biçimde
Us almaz bunu...

Her şey çoğalır kolay ya da yapay
İnkar edilemez bir gerçek ve isyan
Kar eylemez çoğalsa da zamana uyup
Çığ gibi çoğalsa da çağ tekdüze
Bir yalnızlık yerinde sayar uygun adım
Çünkü o zaten çoktur,
Ve yalnızlık suçtur bu zamanda
Ve çocuktur.

Ve çocuk,
Umuttur her daim yüreklerde.
İşte ben de böyle
Çoğalmakla çocukluk arasında
Med-cezirler yaşamakla
İhanet etmekteyim insanlığa
Yüreğimde bir çocuk,
Yüreğim de bir çocuk...

GERÇEK TEHLİKENİN FARKINDA MISINIZ?

Bakmakla görmek arasında fark var...

Bazıları laikliğin tehdit altında olduğundan, ülkenin giderek İran'a dönüşeceğinden söz etmekte... Bazıları da kasıtlı olarak yapılan her eleştiriyi sanki bu minvalde söylenmiş gibi gösterip hedef saptırmakta.

Evet, bir tehlike var, ama bu korku İran gibi olmak değil. Ülkenin koşulları, yapısı buna izin vermez zaten.

Tehlike laikliğin elden gitmesi değil, bölünme, parçalanma ve emperyalizmin oyuncağı olma tehlikesidir.

Şu anki iktidar da "din istismarı" ile, yani halkın en hassas noktasına vurarak buna yardımcı olmaktadır.

Her şey adım adım uygulanıyor... Biraz geçmişe doğru bakınız, biraz uzaktan bütünü görmeye çalışınız.

Son üç yılın, beş yılın değil; son 50 yılın planıdır bu. Sadece günümüzde çalışmalar daha bariz şekilde görülebilmekte, plan daha hızlandırılmış şekilde uygulamaya konulmaktadır.

Bir ülkeyi yok etmek, ele geçirmek istiyorsanız artık tanka topa askere ihtiyacınız yok. Önce ülkenin değerlerini dejenere edersiniz, insanların kurumlara güvenini zedelersiniz, ekonomik istikrarsızlık ve gelir dengesinde bozulmayı körüklersiniz, gerisi kendiliğinden gelir...

Yaşananlara bakınız: Bu ülkenin en güvenilen kurumu TSK idi... Yakın geçmişin olaylarına baktığınızda, bu güvenin çoktan zedelendiğini görebilirsiniz. Eskiden % 95 seviyesinde olan askere güven, şimdilerde % 60 lara gerilemiştir, hala da gerilemeye devam etmektedir.

ÖSYM Türkiye'de torpilin kayırmanın ve iltimasın işlemediği tek kurum olarak bilinirdi. Şimdi?..

Polis teşkilatı; insanların canlarını, mallarını, namuslarını korumakla görevli kurum. Son zamanlarda kaç tane hırsızlık çetesi, uyuşturucu şebekesi, şantaj ağı çıktı polislerin adının karıştığı?

Kuran kurslarında öğrencileri taciz eden imam, cin çıkarmak bahanesiyle tecavüz eden hoca, camiye yardım diye topladığı paralarla altına jeep çeken müezzin haberlerine ne demeli?

Şimdi... Bu ülkede maneviyat sarsıldı mı? Sarsıldı.


"İmam bile bunu yapıyorsa diğerleri neler yapmaz" düşüncesi akıllara yerleştikten sonra ağzınızla kuş tutsanız nafile... Herkes herkese şüpheyle bakmaya başlamıştır.

Serbest meslek sahiplerinden 24 saat sonrasına güvenip gönül rahatlığıyla ticaret yapabilen kimse var mı? Sürekli bir kriz tehdidi demoklesin kılıcı gibi küçük esnafın tepesinde. İnsanlar evlerine ekmek götürmekte zorlanırken gazetelerin birinci sayfalarını hangi haberler süslüyor? Düne kadar beş parası olmayan adamların milyon dolarlık yatları, katları... Yeni yaratılan bir "zengin tabaka" yanında insanlara dağıtılan pirinç makarna haberleri... Tuzu kuru olanlarımız bile iki haberi yan yana okuyunca tedirgin olmuyor mu?

Bütün bu adımlar tamam... Sıra neye geldi peki?
Sırada bölünme var. O da tabii eski usul birilerinin gelip harita üzerinde cetvelle sınır belirlemesiyle yapılabilecek bir şey değil. Kademe kademe...

Önce bölgenin durumuna göre etnik ya da dini ayrımcılığın temeli hazırlanır. İnsanlar zaten sınırlar olmasa da bölünmüş hale getirilir. Sonra devlet eliyle bölgeler özerk hale getirilir. Ardından o özerk bölgeler birer birer bağımsızlığını ilan eder, iç savaş ve dış destekle neler olduğunu siz anlayana kadar her şey biter...

Etnik ayrımcılık var mı? Düne kadar hiç sorun etmediğimiz halde artık insanlar alışveriş yapacağı marketi bile farklı kimliktense değiştiriyor mu? Maalesef evet... Kurtarılmış sokaklar, mahalleleri geçtik, artık girilemeyen/gidilemeyen şehirler var.

Dinsel bölünme?.. Bir yandan laik-anti laik, öte yandan alevi-sünni diye insanlarımız karşı karşıya getiriliyor mu? Getiriliyor. Ramazanda sigara içenler dövülüyor, sokakta yürüyen türbanlı bayanlar rahatsız ediliyor, galeriler, konserler basılıyor, defileler engelleniyor...

Geriye ne kaldı? Özerk bölgeler...

Biz bu günlerde ne konuşuyoruz? Başkanlık sistemi, eyalet yönetimi...

Sorun sadece Türkiyeyi ilgilendiren bir mesele değil. Bölgede yeni bir yapılanmanın planları zaten tüm dünyanın gözü önünde işletiliyor. Irak müdahalesi, İsrail'in tavrı, İran'a karşı yürütülen politikalar, Türkiye'nin Ermenistan'la ilişkileri...
Sayın Başbakanımız da sağ olsun her fırsatta kendisinin "BOP Eş Başkanı" olduğunu söylemekten çekinmiyor.


Tehlike mi? Evet var. Baktığınız yerde mi? Hayır...



Umarım anlatabilmişimdir meselenin aslında dinle, laiklikle uzaktan yakından ilgisi olmadığını. 


Umarım...

23 Eylül 2010 Perşembe

NEDEN 42'DE KALDI?

Üzerinden mebzul miktarda zaman geçtiğine ve herkes biraz daha sağduyulu düşünmeye başladığına göre, artık referandum sonuçlarının tahlili ve "hayır"ların neden yüzde 42'de kaldığını konuşabiliriz.

Öncelikle belirteyim ki, bu 42/58 meselesine takılmıyorum ben. Halkın tercihidir, saygı duyarım. Madem ki demokratik bir ülkeyiz, doğru da olsa yanlış da, ben fikrimi çoğaltana kadar sandıktan çıkan sonucu kabullenirim.

Neden Hayırlar bu oranda kaldı sorusuna gelince...

En başta "siyasi partiler yasası" var. Bir siyasi partide bir zümre delegasyonu ele geçirdikten sonra, geri kalan parti sempatizanları ağızlarıyla kuş tutsalar nafile... Siyasi Partiler yasası'nın üzerine bir de parti tüzüklerini koyunca tam anlamıyla bir "ağalık" düzeni hüküm sürüyor.

Diyeceksiniz ki "aynı sorun AKP'yi bağlamıyor mu?" Evet, bağlıyor elbette; ancak AKP diğer siyasi partilere göre daha yeni bir oluşum olduğu için, henüz köşebaşları tam ele geçirilmiş değil. Bu nedenle parti içi çekişmeler henüz tabanı uzaklaştıracak seviyede değil.

Bir ikincisi; klişe söylemler... Atatürkçülük, laiklik, demokrasi, milliyetçilik... Hepsi önemli şeyler elbette, ancak, söylemlere baktığınız zaman bütün siyasi partiler Atatürkçü, hepsi laik, bayrak aşığı vs... Sürekli temcit pilavı gibi halkın önüne getirilen rejim tehdidi siyasilerin inandırıcılığını yitirmelerine neden oluyor.

Madem böyle bir rejim tehdidi var, biz sizleri bizim yerimize araştırın, önceden görün ve önlem alın diye o meclise gönderdik. AKP rejime karşı bir tehditse neden biriniz Abdullah Gül'ü cumhurbaşkanı yaptı, neden diğeriniz Tayyip Erdoğan'ın meclise girmesine olanak sağladı?

Söyledikleri ve yaptıkları çelişkili olan partiler, kemikleşmiş taban haricinde kararsız ve/veya apolitik halkı ikna etmekte bu nedenle yetersiz kaldılar.

Üçüncü neden; halkın temsilcilerinin halka ulaşamamaları. AKP özellikle kadın kollarıyla kapı kapı gezerken diğer partiler ancak genel başkanları neredeyse orada boy göstermeyi marifet saydılar.

Bir küçük örnek: Üyesi olduğum bir siyasi parti (CHP veya MHP değil d1 gulmesi ) köy çalışması yapıyordu... Çok uzağa değil, İzmir Torbalı'nın yakın köylerinden birine gittik. Adamlar yollarda karşılayıp yollarda uğurladı. Söyledikleri şey çok dikkat çekiciydi: "Allah razı olsun sizlerden. Bir kere Işılay Saygın gelmişti yıllar önce derdimizi dinlemeye, bir de şimdi siz geldiniz..." O köy kahvesinde içtiğimiz bir bardak çaydan sonra şimdi ne zaman memleketi ilgilendiren bir gelişme olsa, bilgi almak ya da destek vermek için köylülerden bir kaçı mutlaka arıyor "ne yapmamız lazım" diye...

Dördüncü neden; yozlaşmış siyaset ve siyasetçiler. Göz önündeki siyasetçilerin büyük bölümü ya bir yolsuzluğa karışmış, ya da yolsuzluğa karışan birilerini kollamış... İktidar değişirse, yeni gelenlerin de çalıp çırpacağına inanan kitle çok büyük. "Bunlar yeterince keselerini doldurdu. Belki bundan sonra memleket için çalışmaya başlarlar" düşüncesi yaygın. Yani bir hırsızı indirip yerine bir başka hırsız koymak istemiyor vatandaş.

Beşinci neden; daha önceki referandum değerlendirmesinde de belirttiğim gibi, neyin oylandığının halka yeterince anlatılamamış olması. Erdoğan, çok güzel bir gerilim politikası uyguladı. Villalardan, gömlek markalarından, boy/soy tartışmalarından hiçbir şey anlatmaya zaman kalmadı. Bu da AKP'nin işine geldi elbette.

Oysa bu bir genel seçim değildi. İktidar partisine vurarak zayıflattığınızda hükümet mi düşecekti? Hayır... Bunun yerine, Erdoğan'ın kasıtlı kışkırtıcılığına kulak asmayıp sadece Anayasa değişikliğinin insanlara ne getirip ne götüreceği anlatılsaydı, sandıktan çıkacak sonucun çok daha farklı olacağına inanıyorum.

CHP'nin referandum billboardlarına bakın: "İşsizsen, hayır", "gençsen, hayır", "ezilensen, hayır"... Hiçbir anlam ifade etmeyen, sadece slogan olsun diye yazılmış sözler.

Oysa hiç birşey yapılmasa, sadece ve sadece birbirinden bağımsız 26 farklı madde için tek bir cevap olamayacağı ve bu nedenle bu paketin tamamen reddedilmesi gerektiği üzerine bir propaganda taktiği oturtulsaydı, hayır oylarında yine hatırı sayılır bir artış sağlanırdı.

Peki madem öyle, bir daha aynı duruma düşmemek için ne yapmak gerekir diye sorarsanız...

Ona da bir sonraki yazımda değineyim d1 gulmesi

22 Eylül 2010 Çarşamba

DÜŞ

Yaralı bir kuş
sevda taşının izini kanatlarında taşıyorken hala,
aşktan bahsedilmez ona...

Aşk durur,
kuş gelir hazır olunca.

Gerisi düş...
Gerisi düş...

FARK GÖREMİYORUM, YA SİZ?..

Yine eski bir yazı... İdil Biret Konserinden sonra kaleme almıştım. Dün gece galeriye yapılan saldırıdan sonra tekrar okuma ve okutma ihtiyacı hissettim:

Peygamberler tarihinden alıyoruz bilgileri, başka yerden değil...

Efsane bu ya; Nuh Peygamber tufandan sonra hayvanlarıyla beraber Ağrı dağına geldiğinde, günlerdir aç olan kafile dağın nimetleriyle bir güzel doyurur karnını. Hepsi neşelenmiştir ama keçinin neşesi daha bir başkadır.

Bir gün, iki gün... Hep böyle olunca işkillenir Nup Peygamber ve takip eder keçiyi.

Bakar ki, dağın eteğinde, yere düşmüş üzüm tanelerini yiyip sağa sola toslamakta, melemekte keçi, o da tadar.

Kendisini de neşelendiren bu meyveyi yetiştirmeye karar verir.

Cümle mahlukat Nuh Peygamberin kendi elleriyle yetiştirdiği üzümlerden yiyerek mutlu mesut yaşarken, şeytan boş durur mu?..

Kıskanmış insanoğlunun bu neşesini, cehennem ateşiyle kurutuvermiş bütün bağları.

Ağamsın, paşamsın, etme eyleme derken nasıl olduysa insafa gelmiş Şeytan efendi, razı olmuş tekrar üzüm bağlarını yeşertmeye. Demiş ki Nuh Peygamber'e "Asmaların canlanır, ama bazı hayvanları urban edip kanlarıyla sulaman gerek üzüm bağlarını..."

Bakar ki çare yok, mecbur kabul eder Şeytan'ın dediğini. Tilki, aslan, keçi, köpek, horoz, ayı ve saksağanın kanlarını akıtır asma köklerine.

...Sonrası iyilik güzellik.

Söylenene göre, işte bu yüzden şarap içen "tilki gibi zeki, saksağan gibi geveze, aslan gibi güçlü, horoz gibi çığırtkan, ayı gibi kaba, köpek gibi kavgacı" olurmuş.

*** ***

Önceki gün, İdil Biret konserinin afişini gören "horoz gibi çığırtkan" Vakit gazetesi ortalığı ayağa kaldırınca, kendini "tilki gibi zeki" sanan birileri, "saksağan gibi geveze"lik yapıp, kendini "aslan gibi güçlü" hisseden "ayı gibi kaba" birilerini kışkırtarak, "köpek gibi kavgacı" kimliklerini ortaya çıkartıp salmış Topkapı Sarayı'na doğru...

Vallahi haberi okuyunca kafam karışmadı değil...

Şarabı içenlerde görülmesi gereken bu özellikler, şaraba karşı olanlarda görüldüğüne göre...

İçenle içmeyen arasındaki fark nerede?..

Şarap deyip de Hayyam'dan alıntı yapmadan yazıyı bitirirsek, öbür dünyada hesap sorar bizden. Bakın şarap içmediği için kasım kasım kasılıp başka her türlü haltı yiyenlere bakın ne demiş:

Kendi içmez, içeni kınamaya bayılır
Yüzünden aldatmaca, sahtekarlık yayılır
Şarap içmiyor diye, kasılıp gezer ama;
Yedikleri yanında şarap meze sayılır!

21 Eylül 2010 Salı

GALAT-I MEŞHUR

"Galat-ı meşhur, lugat-ı fasihadan evladır." demiş ya atalarımız, öyle değil aslında... Yaygın yanlışları doğru kabullenmek, sadece ve sadece tembellikten, bilgisizlikten ileri gelmekte...

Bunlardan bazıları öyle yaygın ki, doğrusunu dil ile yakından uğraşanlara bile kabul ettirmekte zorlanıyoruz artık.

Mesela "eninde sonunda" değil "önünde sonunda" olması gerek

Ya da ardarda değil art arda...

Çok kullanılan bir yanlış deyim de "kelli felli" . Doğrusu "kerli ferli" (ker kuvvet, fer iktidar demek)

"Evlat", "eşkıya", "evrak" sözcükleri zaten çoğuldur. Oysa büyük blümümüz (ben de dahil) yeri geldiğinde "evraklar", "eşkiyalar", "evlatlar" demekten çekinmiyoruz...

"Ateş olsa cürmü kadar yer yakmak" deyimi de büyük yanlışlardan... Cürüm; suç, kabahat anlamına gelmektedir. Oysa bizim deyimimizde olması gereken sözcük, "büyüklük/hacim anlamına gelen "cirim"dir... Yani doğrusu "ateş olsa cirmi kadar yer yakmak" olmalı.

"Geçtiğimiz hafta" da çok sık karşılaştığımız yanlış kullanımlardan. Oysa bizim zamanı geçmemiz gibi bir durum söz konusu değil. Doğrusu "geçen hafta" olmalı...

"Mesire yeri" de bir başka yanlışımız... Mesire, zaten kelime anlamı olarak "gezilen yer" anlamına gelmektedir. Mesire dedikten sonra bir daha yeri demeye gerek yoktur. "Sayfiye yeri" ve "uğrak yeri" de benzer yanlışlardan...

Türkçe'de "yayınlamak" diye bir eylem yoktur. Doğrusu "yayımlamak"tır. Güncel türkçe Sözlükteki karşılığı "1. Kitap, gazete, dergi gibi şeyleri basmak ve dağıtmak, neşretmek. 2. Dinlenilecek, görülecek şeyleri radyo ve televizyonla sunmak, bildirmek, duyurmak. 3. Resmen bildirmek, açıklamak, ilan etmek." olarak verilmiştir.

"Yayın"
ise, isimdir ve "Basılıp satışa çıkarılan kitap, gazete gibi okunan veya radyo ve televizyon aracılığıyla halka sunulan, duyurulan, iletilen şey, neşriyat." anlamına gelmektedir.


Çok yaygın, herkesin bildiği kullanım hatalarından (yangın yanması, kendini intihar etmek vb.) hiç söz etmiyorum, yoksa yazının sonunu getiremeyiz.

Yanlış kullanımlar zaman içerisinde o kadar yaygınlaşıyor ki, sonunda insanlar doğrusunu yanlış kabul etmeye başlıyor. İşte zaten bu nedenle "galat-ı meşhur" sınıfına giriyor bu yanlışlar.

Şimdi, seçim size kalmış. Artık doğrusunu biliyorsunuz. Bile bile yanlışa devam etmek isteyenler için yapacak bir şey yok elbette
:)

HEPİMİZ TEŞHİRCİYİZ

"Aşağı yukarı herkes yazar ama yazdıklarını sunmak farklı bir şey. Bir tür teşhircilik. Bence her yazar biraz teşhircidir. Bu açıdan her yazara sorulması gereken soru ne zamandan beri yazıyorsunuz değil de, "ne zamandan beri soyunuyorsunuz?" olmalı.

Kendini ortaya koymak, deşifre etmek, günah çıkarmak vs. ne derseniz deyin, bakan gözlere başkaldırı şeklinde başlar yazarlık. Bu da aslında bir tür cesaret ve aynı zamanda edepsizlik. Nerden baktığınıza bağlı
." Mehmet Emin ARI

Kusura bakmayın ama maalesef hepimiz teş-hir-ci-yiz...

Sosyal paylaşım sitelerinde yazdığımız bir kaç cümle bile bizim başka insanlara göstermek istediğimiz bir düşünceyi, bir doğruyu içeriyor.

Hiç birimiz, böyle bir dürtünün etkisinde olmasaydık yazamazdık, inanın... Kendimizi, kendimize ait olanı, kendi kalemimizden çıkmış olanı başkalarına gösterme ihtiyacında olmasaydık, bütün yazılanlar bir lise öğrencisinin kilitli günlüğüne hapsolmuş kalmaz mıydı?

Evet; biz, hepimiz teşhirciyiz... Teşhir, taciz içermedği sürece kaygıya da gerek yok bence.

Bizler sadece kendi doğrularımızı, duygularımızı, düşüncelerimizi seriyoruz ortalık yere. İsteyen bakar, görür, beğenir, alır, paylaşır; istemeyen TV karşısında BBG evi formatında programları izlemeye devam eder.


Bizi korkutan, kelimenin genel kullanım alanı. Bu nedenle belki teşhirciliğimizi itiraf etmekte zorlanıyoruz. Elbette "teşhir" ya da "teşhirci" sözcüğünün kelime anlamını bir kenara bırakıp (kıvırtıp) imgesel çağrışımıyla aklımıza gelen şeklini konuşabiliriz. Ancak, kelimenin gerçek anlamı dururken, sonradan yüklenilen alt anlamlara vurgu yapmak, küçük kargaşalara/sapmalara neden olacaktır.

Emin Arı yukarıdaki metinde imgesel anlamda mı kullanmıştır "teşhir/cilik"i, yoksa sözlük anlamına göre mi?

"Kendini ortaya koymak, deşifre etmek, günah çıkarmak vs. ne derseniz deyin, bakan gözlere başkaldırı şeklinde başlar yazarlık."

Bu sözler, "yazan kişi"de olması gerekenleri işaret etmiyor mu? Ve bu sözler "teşhir" sözcüğünün sözlük anlamıyla örtüşmüyor mu?


Ne dersiniz?

SANATÇI NASIL OLMALI, NASIL SANATÇI OLUNMALI...

İpini koparan dolanıyor ortalıkta "ben sanatçıyım" diye...

Bu kadar kolay mı "sanatçı" olmak? Yeterli gelir mi üç beş tv kanalında boy göstermek, bir kaç gazetede röportaj vermek, tek şarkıyla/kitapla şöhret olmak?..

Bizim bildiğimiz; sanatçı, yediği ile çıkardığı arasında fark bulunmayan kişidir. Söylemiyle yaşamı arasında uçurumlar bulunan kişi, inanmadığı fikirlerin sözcülüğünü yapıyor demektir ki bunun amacı da sanatla ilintili olamaz.

Yeri geldiğinde bir fahişenin yazarlığını kabul ederiz ama "orospuluk" yapıp da ahlak bekçiliğine savunan biri sözlerinin tutarlılığını onaylamamızı beklemesin.

Bazıları, yanlışı yaşayarak öğrenir ve tecrübeleri başkaları aynı yanlışa düşmesin diye ibrettir.

Ancak, aykırılık yapıp, sonrasında hangi dili kullanırsa kullansın toplumsal çöküntüye uğratacak metinler çıkaran bir kişi yaptığını sanatın yüce değerlerinin ardına saklayamaz. Çünkü sanat, var olana muhaliftir ve mevcut durumdan daha iyisini önermek üzere, estetik ve ütopik kaygılarla üretilir...

Sorun ahlaki değerler değil aslında...

Çünkü bu değerler toplumdan topluma farklılık gösteriyor. Önemli olan, gösterilen duruşun istikrarıdır. Mesela K. İskender'i kimse suçlamıyor. Çünkü o, kendine göre doğru bir yaşamı sürüyor ve bunu inkar etmiyor. Ya da Bukowsky...

Oysa ben size özel hayatında erdemsizliğin sınırlarını zorlayıp, metinlerinde sütten çıkmış ak kaşık gibi ahkam kesen bir dolu isim de sıralayabilirim.

Sanatta ahlak öncelikli değildir, tamam. Ancak sanat bir kuru "yaratıcılık" tanımına da indirgenemez. Sanatçı "aydın" kimliğiyle ve "entelektüel" birikimiyle hep çağının bir adım önünde yürümek ve toplumsal bir lokomotif olmakla YÜKÜMLÜDÜR.

Aksi takdirde; kaygısı ve ütopyası olmayan bir "yaratıcı" kendini geliştirmeyi ve daha iyisini üretmeyi de önemseyip öncelemeyeceği için, zaten "sanatçı" kimliği de üzerinde bir kaç beden büyük duracaktır.

Yani kısaca...

Sanatçı "ben sanatçıyım" diyen değil, "o bir sanatçı" dedirtebilendir...

20 Eylül 2010 Pazartesi

KİME NİYET

Yaşı ortanın üzerinde olanlar hatırlayacaktır; o zamanlarda küçükleri öcüyle korkuturlardı, büyükleri komünizmle...
Komünizmle yatıp komünizmle kalkardık. Hani birden gelip de hazırlıksız yakalamasın diye, çayı ikramı eksik etmez duruma gelmiştik evlerden. Sürekli bir teyakkuz durumu:
- Komünizm geliyormuş...
- Nerden belli?
- Bizim kahveci Rıza görmüş.
- ?!?!?!..
O günlerde, komünizmin kötülüklerinden bahsedip bizleri korumak için kendilerine durumdan vazife çıkaran muhterem büyüklerimiz, komünizme yakıştırdıkları ne kadar kötülük varsa hepsini yaşattılar bizlere sağolsunlar.
Yokluk, yoksulluk, şiddet, baskı, zulüm... Bir tüpgaz almak için 2 ay kuyrukta beklediğiniz olurdu, şeker için en az 15 gün... Aile kalabalık değilse, kuyruklara adam yetişmezdi.
Sağcıysanız solcudan, solcuysanız sağcıdan dayak yerdiniz, üstüne bir de durum karakola intikal ederse polisten...
“Petrol vardı da biz mi içtik?” diyordu bir büyüğümüz o zamanlar. Olsa içerdi elbet. Kendi olmasa bile yeğeni... Petrol olmadığı için çalışmazdı koca koca iş makinaları. Makinalar çalışmadığı için iş olmazdı, iş olmadığı için para...
Tüm bunlardan şikayet etmeye kalkarsan,
- Aman ha... Komünizm gelir yoksa!..
- ?!?!?!?!...
Komünizm gelmesin diye sustuk hep. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme taktiğiyle kimileri havuduyla götürdü deveyi, bizler evimizde bekledik komünizmi hazırlıksız yakalanmayalım diye...
Sonra bir gün kapısı çaldı gariban vatandaşın. Ailecek çeki düzen verdiler kendilerine komünizm geldiyse ayıp olmasın diye. Aile reisi koşa koşa gitti kapının yamacına:
- Kim o?
- Darbe!..
- ?!?!?!...

*** ***

30 yıl... Neredeyse...
30 yıl öncesinin komünizm hikayesi tutmamıştı. Bu günün büyükleri biraz değiştirerek benzer hikayeyi sürüyorlar önümüze uykudan önce...
- Darbe geliyormuş...
- Nerden belli?
- Bizim kahveci Rıza görmüş.
- ?!?!?!...
Bu seferkiler daha akıllı... Belgesiz konuşmuyor. Yoksa da ne gam, kendi belgeni kendin hazırla. Pazarda hazırları da var zaten, kampanyalı; 3 belge alana bir mühimmat bedava...
Meşhur fıkrayı anımsatıyor içinde bulunduğumuz durum bana:
Yaşlı adam TV karşısında magazin programı izlerken kıpırdanmaya başlamış, sonra dönmüş karısına “hanım suyu koy ocağa; olursa olur, olmazsa çay yaparız” demiş...
Şimdikiler de böyle..
- Paşa belgeyi hazırla, olursa olur, olmazsa çay yaparız...
- ?!?!?!...
Belge istenen Paşa da paşa paşa hazırlıyor darbenin fizibilitesini en ince detayına kadar. Sonra da başka kimse çalmasın diye imzasını atıyor altına. Şimdiye kadar çıkmadı ama, “bu darbe belgesi falancaya aittir” diye noterden onaylatanı da çıkarsa şaşırmam.
Gülmeyin... Koskoca istihbarat daire başkanlığı yapmış adam gömdüğü silahların krokisini aleni olarak çizip üstüne bir de masasının üstünde bırakıyorsa, darbeye niyetlenen bir albay nasıl yapacağını rapor haline getirip bir de fotokopilerini sağa sola dağıtıyorsa artık herkesten her şeyi bekleyebiliriz demektir.
Şifreden, gizlilikten bihaber insanlar örgüt kuracak, darbe yapacak ha?..
Benim 8 yaşındaki kızım kendi günlüğünü bu darbecilerden daha iyi gizliyor, inanın.
Olmayan belgeler, kağıt üstü karalamalar, kahve köşesi muhabbetlerine benzeyen ifadelere dayanarak insanlar yaka paça evlerinden götürülüyor. Doktorlar, gazeteciler, askerler, asker emeklileri, proflar, rektörler...
Tam adil yargı, geç kalan hukuğun hukuksuzluğundan bahsedecek olursunuz,
- Aman ha... Darbe gelir yoksa!..
- ?!?!?!...
Adaletin bile gözünü açtılar biliyorsunuz. Artık o da tarafsız değil. Bakıyor karşısına gelen sanığa, tanığa... hangisi kelli felliyse ona göre hükmünü veriyor.
Bizler hala bekliyoruz, darbe gelsin de kapımızı çalsın diye.
Hiç farkında değiliz; kapıda askeri darbe beklerken, darbenin en sivili pencereden girmiş evimizi talan ediyor.
Biz ise tv karşısında magazin programı izleyerek geçiriyoruz zamanı...
- Hanım suyu koy, olursa olur...
- ?!?!?!...

GECİKMİŞ BİR REFERANDUM YAZISI

Bitti referandum...

Kazananı da kaybedeni de HALK değildi...

Çünkü Halk düşünüleren hazırlanmış bir taslak değildi oylanan.

Elindeki gücü perçinlemek isteyenlerle gücü eline geçirmek isteyenler arasındaki bir tepişmeydi, arada ezilen yine sade vatandaş oldu.

Şu kadar lira referandum masrafı senin-benim cebimden çıktı. Evet ya da hayır dediği için işinden gücünden olanlar oldu. Aile içinde küskünlükler, kavgalar oldu. Taraf olan da, bitaraf olan da yaranamadı kimseye.

Sonuçta bir taraf yüzde 58i, bir taraf yüzde 42'yi sahiplendiğinde gördük ki, aslında bu anayasa oylaması değil, partiler için güvenoyu yoklaması imiş.

O tarafa bakıyorsunuz, "biz kazandık, yüzde 58 bizi seçti, ilk seçimde yine tek başına iktidarız" diyor... Bu tarafa bakıyorsunuz, "oyumuzu artırdık, yüzde 42ye çıktık, gümbür gümbür geliyoruz, ilk seçimde tek başına iktidarız" diyor...

Evet oyu verenlerin hepsi AKPli mi? hayır... Başbakan seçimden önce böyle diyordu çünkü: "Bu bir seçim değil, hangi partiden olursan ol, aklına yatanoyu ver". Seçimden sonra?.. Referandum öncesi muhalefetle karşılıklı tartışma proramına bile çıkmaya çekinen milletvekilleri muhtelif medya organlarında boy göstermeye başladı "bu bizim başarımızdır" diye... Başbakan yalan mı söylemişti yani?..

Peki hayır oyu verenlerin hepsi CHPli ya da MHPli mi? Hayır... Çok yakından tanıdığım, AKP içerisinde etkin konumda bulunan pek çok insan tanıyorum hayır diyen. Yine benzer şekilde muhalif parti mensuplarından olup evet diyenlerin sayısı da az değil.

Referandum öncesi propagandalarda paketin neyi içerdiği, neye iyi gelip neleri götüreceği konusunda tek dişe dokunur mesaj aldık mı?

Yalıları, villaları öğrendik...

Soydan girdik boydan çıktık...

Etro diye bir gömlek markası varmış, tanıdık...

Lacoste'un Bitlisli bir işadamı tarafından Çorlu'da üretildiğini idrak ettik...

Meydanlarda otomatiğe bağlanmış halkın ne söylendiğine bakmadan her soruya "EVET" dediğine şahit olduk...

"Bey" kelimesinin yerine göre hakaret olarak algılanabileceğini, "Memur" kelimesinin bu hakarete karşılık daha ağır hakaret olarak kullanıldığını gördük...

Bu kadar çok şey konuşulurken elbette halka değişecek 26 maddenin neler getirip neler götüreceğini anlatmaya fırsat kalmadı.

Oylama sonucu çeşitli anketler gösterdi ki, halkın büyük bölümü, sandığa giderken neyi oyladığını bilmiyordu. Sonucu etkileyecek kadar hatırı sayılır bir çoğunluk, sadece sempatizanı olduğu parti işaret ettiği için oyunu evet ya da hayır olarak kullanmıştı.

13 eylülden itibaren her şey çok güzel olacaktı ya...

Evet... Halk için değil ama, oylama sonucu gücünü katmerleyenler için her şey çok güzel olmaya başladı.

Birden bire "başkanlık sistemi" konuşulmaya başlandı. Daha önce defalarca konuşulup bu ülke coğrafyasında uygulanmasının zararları, bölünmenin eşiğine gelinebileceği saptamalarına rağmen, derinden zemin hazırlanmaya başlandı.

Yargı reformu denilen şeyin "tasfiye" ayağı hızlandırıldı. En son Fethullah Gülen'in beraatine itiraz eden savcı hakkında soruşturma açıldı.

Terör örgütü ve yandaşlarıyla eskiden hiç değilse gizli kapaklı yürütülen istişareler, daha aleni yapılmaya başlandı. Hakkari'de patlayan bir bomba ile ertelenen görüşme bunlardan biriydi.

Medya üzerinde askıya alınan baskı, kaldığı yerden, daha yoğun şekilde programlandı. Mesela bugün, Bekir Coşkun Habertürk gazetesinden kovuldu...

Kısacası, memleket yavaş yavaş "çöpsüz üzüm" kıvamına geliyor, 13 Eylül'den sonra her şey çok güzel oluyor...

...

Yaklaşık 10 ay kadar sonra önümüzde bir viraj daha var... O virajda biraz daha din eksenine savrulursak, yapacak fazla alternatif kalmıyor elimize:

Ya hepimiz bir tarikatın müridi olup şeyhimizi uçurmanın mutluluğunu duyacağız,

Ya pılıyı pırtıyı toplayıp başka yerlere göçeceğiz,

Ya da Ege'nin dağlarına çıkıp kendi yurdumuzda "eşkıya" olacağız...

Bir dördüncü alternatif görebilen var mı?..

18 Eylül 2010 Cumartesi

"ÖL" DEDİN, ÖLDÜM...

Bana kollarını uzatsan biraz
Sana kul olurum seven ne yapmaz


Uzaktan geçen bir yolcu gemisinin dalgalarıyla dövüyorsun ruhumun yosunlu ve sarp kıyılarını. İçli denizci seslerinden sevda türküleri yankılanıyor tuzlu suyun her kabarışında ve her aklıma gelişinde. Oysa ben şarkı söylemek yerine o şarkıyı yaşamak istemiştim yalnızca, masumca...

Gel öldür bu ömür böyle tükensin
Sana bin can feda seven ne yapmaz


Sen, yüzünü döndüğün maviliğe doğru her gün bir adım daha ilerlerken, benim için her gün bir adım daha ulaşılmaz oluyordun. Çaresiz, elim kolum bağlı bekliyordum makus kaderi, ufukta kendini yok edeceğin o malum zamanı... Yokluğun yokluğum olacaktı, biliyorum. Sensizliğe ayarladım ömrümün saatini ve tik takların tükenmesini beklerken yazmaya başladım sana dair bende olanı...

Bu gönül uğruna neye katlanmaz
Öl desen ölürüm seven ne yapmaz


"İstediğin her şey"di yaşama sebebim ya da "istemediğin hiçbir şey". Göz hizanda duran varlığım sadece senin olmamı istediğin süre kadar ve olmamı istediğin şekilde kalacaktı. Ve bir gün... "ol" yerine "öl" diyecektin istemesen de. Şerefli bir madalya gibi boynuma asacaktım sonra ben de ağzından çıkan tek kelimelik yaftayı.

Gel öldür bu ömür böyle tükensin
Sana bin can feda seven ne yapmaz


Verilmiş bir söz bu, sonucu bilinerek başlanmış bir lades. Tıpkı, kanatlarını güneşe yönelten İkarus gibi, üç gün kelebek olmak için kozasını ören aceleci tırtıl gibi, yalancı bahara çiçeklenen erik ağacı gibi... Neyse yaşanacak olan yaşanmalı. bir gün, bir yıl, bir mevsim, asır ya da bir dakika... Neyse o, ama dolu dolu...

Neden diye sorma; "öl dedin, öldüm..."

17 Eylül 2010 Cuma

ZOR -2-

"Biliyorum duymak istediklerin bunlar değildi
Bu yüzden zafer saymıştım zamansız gidişini
Öyle ya sen ondokuzunda koca bir kadındın
Oysa ben seni tüm yalanlardan daha çok seviyordum
Zor!"


Vazgeçtim... Vazgeçişlerin en zorunu denedim sende. İçimde giderek büyüyen bir kara deliğe hapsedip seninle ilgili ne varsa, öteledim tüm istek ve özlemlerimi. Yok saydım, yok etmeye yetmeyeceğini bile bile. Şimdi içimde bir yumru, tam da ses tellerimin üzerine çöreklenmiş engel oluyor söyleyemediklerime... Oysa ben seni... Ben sana... Ben...

"Zor kadere emanet ettim seni
Sen benim kördüğümüm, tutamadığım gözyaşım
Zor!
Zor bir daha , daha da güvenmek
Bana düşen kabullenmek, zor da olsa dönüp gitmek"


Kendi ellerimle topladım bavulunu... Sen sadece seyrettin gözbebeğine yerleştirdiğin anlamsız ve ikircikli bakışla. Gitmen gerekiyordu ve içimizden biri daha cesur olmalıydı. Ayrılığın böylesi daha az can yakardı çünkü; en azından birimiz için... Sessizliğin çaldığı zamanı lüzumsuz sözlerle doldurmamak için şarkılara yüklendik sonra... Ve ben, ardına asacağım son bakışımı hazırlayıp "haydi" dedim zor da olsa, "gitme vakti...".

"Birgün gelir de bir an, çokça zamanlardan sonra
Geri dönüp baktığında bilmem anlarmısın
O senin bir anının benim ömrüm olduğunu
Ne çok sevildiğini
Artık çok geç olduğunu
Zor!... "


Anılar hiç incinmedi her adımında bir başkasına basarak gidişinle. Taşıyacakları son bir iz daha bırakmıştın sadece üzerlerinde. Hem, kısa sürecekti burukluğun, biliyorum. Mutluluğun, anlam veremediğin bu yolculuğun kırgın selamına örtü olacak hissettirmeden. Geride bıraktığın sadece yaşanan, yaşanması gereken olarak kalacak sana ait her şeyle...

Ve ben dudağımın kıyısına sıcaklığına hasret bir tebessüm yerleştireceğim her aklıma geldiğinde; zor da olsa...

(Şarkı: Nev, Zor)

Sezen'e

(Sezen Aksu açılıma destek vereceğini açıkladığı zaman yazdığım bir yazıydı.. Referanduma da destek verdi, katmerlendi içimdeki acı...)

Çocukluğumun masum tınısıydın. Kalın dudakların ve sıfır numara saçlarınla belki de ilk göz ağrım...

Seni ilk Lunapark Gazinosunda tanıdım. Kadınlar matinesinde, annemin dizinin dibinde. “Minik Serçe” diyorlardı sana. Oysa sen ve sesin o kadar büyüktü ki... O gün assolist kimdi hatırlamıyorum. Ama sen hiç çıkmadın hatırımdan.

Oyunlarıma ortak ettim önce seni. Düşlerime, çocuksu kaprislerime... Bendendin, beni bilendin, yaşıtımdın, arkadaşımdın. Belki de İzmirli olduğun için bana bu kadar yakındın. Aynı suda yıkanmış, aynı havayı solumuştuk. Aynı sokakların haylazıydık...

Sonra büyüdüm... Ergenliğimin ilk gönül ağrısını senin şarkılarınla dillendirdim. Seninle döktüm ilk ayrılık gözyaşlarımı. Yaşadığım ne varsa hepsinin bir karşılığı vardı sesinde, sözünde. Seninle öğrendim tüm duyguları köküne kadar, çekinmeden yaşamayı.

Gençliğimin ilacı da sendin. Beraber eğlendik en dolu dizgin anlarda. Başımda kavak yelleri eserken senin bir “ah kavaklar” deyişinle duruldum, mahzunlaştım. “Can”dın, canımdın, kardeşten öteydin...

Çoluk çocuğa karıştığımda da sen vardın hep yanıbaşımda. Nikah şahidim oldun, kızımın ilk müjdecisi oldun, her zamanki gibi her şey oldun. Ailedendin. En yakınımın cenazesini aklımda senin ezgilerinle defnettik yeri geldi. Yeri geldi en büyük kavgaların üstüne barış elçisi oldun.

Rakının dibine vururken kaç kez seninle kadeh kaldırdığımı unuttum. Kaç futbol maçından sonra kaç zaferi birlikte kutladığımızı da. Kızıma ninni oldun zaman zaman, dostuma teselli, düşmanıma zehir zemberek isyan sözleri...

Tertemiz ve insanca yaşanan ne varsa hepsiydin.

“Masum değiliz hiç birimiz” demiştin de konduramamıştım sana. Çünkü benim, benim gibilerin tüm masumluğu senin sesinde, yüzünde şekilleniyordu.

...Ve sen;

“İki cihanda lekeli” ilan ettin ya bizleri...

Lekeledin koca bir geçmişi!..

16 Eylül 2010 Perşembe

VEDA

Bir kapı ardında bırakıp gideceğim sizi
Bir fırtına silecek izlerimi
Öykülerim yağmur sularıyla özgürlüklerine kavuşacak ve
Bir küçük çocuk ağlayacak ardımdan

Gün denizle sevişmeye başlamadan
Gecenin haşmetiyle ayrılacağım aranızdan
Dilekler hep "aydınlık günler"e olacak
Aydınlığın anlamını kavramadan

Giderken
Kentimin bütün evleri yıkılacak geçtiğim sokaklarda
Hırçın denizin hoyrat dalgaları
Mavi yakamozlarla örtecek menekşe kokularını
Yüreğimde, kentimin olduğu yerde
Büyük boşluklar taht kuracak
Ve bu uzun hasret mevsiminde
Onsekizlik kızlar -ki hepsi hayallerimde-
Hicaz faslına başlayacak


Bir kapı ardında bırakıp gideceğim sizi
Kapı bana mı kapandı size mi, bilemeyeceksiniz
Bir gökyüzü şahit olacak gidişime, bir deniz kızı
Nasıl gittiğimi göremeyeceksiniz

Sonbaharla
Sonbaharın hüznüyle başlayacağım hazan artığı yolculuğuma
Yanımda ümitlerim, sevgilerim, yaşanacak günlerim
Yanımda gizlerim ve saklı hislerim
Bilinmez bir gemiyle yelken açıp ufkuma
Dargınlıklarımı, pişmanlıklarımı ve gözyaşlarımı
Ve gönlümün yarısını, ömrümün bir parçasını
Ve kokularımı
Ve korkularımı
Çocukluğumu ve hırçınlığımı
Hatalarımı ve günahlarımı
Haksız yüklendiğim ahlarımı
Velhasıl kelam "ben"den gayrı ne varsa
Kurulup güverteme kral misali
Martı kuşlarına
Eşe-dosta, arkadaşa
Hısıma-hasıma
ve bana sallayacak mendili olana
Ve gözü yaşlı bir çocuğa
Bir çingene bohçasında bırakıp
Hepsine son ve en büyük selamımı sarkıtacağım:
"Aydınlık günler"e emanetimsiniz
Size iyi bakalar...

GİDECEKSİN

Git. En fazla hırçın kayalarda parçalanır teknen,
kalbimdeki fener söner. Ah şairdir bütün fenerciler
Kaza süsü verilmiş bir intiharla içine çeker
fitilin ucundaki alevi, tedavülden kalkmış
bütün eski fenerler
Git. Biliyorum her aşk uzadıkça boğucudur
Alışkanlığın tene ağ attığı
bir açık deniz sayıklaması olunca sevişme;
esriticidir sislerin ardından seslenen Sirenler
Peşinen kayalara oturacak biliyorsun teknen gitsen,
gitmesen ölü bir balık olarak kıyıya vuracaksın


Gideceksin, biliyorum. Bu yüzden değil mi zaten en rahat anındaki tedirgin duruşun? Alışmak istemiyorsun, alıştırılmak, uysallaşmak istemiyorsun. Hayatın asi çığlığıyla atbaşı yaşayan yüreğin, huzursuz sevdaların heyecanını adımlamaya alışkın. Bu yüzden gideceksin tam da en olman gereken zamanda, biliyorum.

Bir balıkçı teknesinin ağlarına bırakıp gözlerini, kendini hep öteye, daha öteye kaçıracaksın. Ve ben o gözleri bir ucuz sigara dumanına karşılık alıp ceketimin sol üst cebine saklayacağım.

Ve sen...
Gözlerin neredeyse, hep orada olacaksın!..

Gideceksin, biliyorum. Gücüm yetmez cepleri boş bir gelişi durdurmaya. Yatağın üstüne iğreti atılmış ve içinden hayallerini bile çıkarmaya gerek görmediğin bavulunla daha gelmeden yeni yolculukların düşüncesindesin. "Sadece geçiyordum" diyeceksin. Oysa senin "sadece" geçtiğin hayatlar, giderken heybene kendilerinden bir parça ekleyip yolluk niyetine, hep ve nereye gidersen git seninle birlikte gelecekler; biliyorsun.

Gideceksin... En sevdiğin şarkının orta yerinde, hiç bir şey söylemeden ve yavaşça kalkıp "ne olur bir şey sorma" bakışınla birlikte kaybolacaksın gecenin sarhoş karanlığında. Bir şarkı bitimi sürecek sessiz vedan ve içine akan volkan.
Bense, o şarkı her çaldığında seni hatırlayacağım, o şarkıyı hiç tamamlayamayacağım.

Gittin, biliyorum!..

Şiir: GİT / İbrahim Baştuğ

15 Eylül 2010 Çarşamba

MASA

Adam önce gözlerini koydu masaya.
- madem ki bundan sonra görmeyecekler seni, burada kalsınlar; bıraktığın son boşluğa asıyorum onları.

Kadın, gözyaşlarını döktü üstüne.
- üşümesinler, kıyamam gözbebeklerine...

Ardından ellerini koydu adam.
- madem ki tutmayacak elini, hissetmeyecek tenini; istemem bana ihanet edecek bir çift eli.

Kadın usulca soyundu tenini
- öksüz kalmasın, özlemesin elin bedenimi.

Adam bir süre bekledi, çekinerek sözlerini koydu masaya.
- sana söylenmeyecekse, hepsi anlamsız kalır

Kadın en masum tebessümünü aldı, kattı sözlerin arasına
- yüzümü hep güldürendi onlar, gülüşüm onların olsun.

Adam çıkarttı yüreğini, özenle koydu sözlerin yanına
- Zaten tek kişilikti ve sana aitti.

Kadın mecburiyetlerini sıraladı yüreğin etrafına
- İçinde ben varsam, beni en iyi o anlar...

Sustular. Zaten en çok susarken konuşurlardı.
Adam hesabı istedi.
- Alın size bir hayat, üstü kalsın... dedi.

...

Cafeden çıkarken çırılçıplaktılar...

OPERASYON VIZ!..


- Hidayet dellenme gecenin bi'vakti...
- Sen karışma Makbule. Bu iş artık bir kan davasıdır...
- Etme eyleme bey, gözünün yağını yediğim bitaraflarını sakatlayacaksın durduk yere.
- Akacak kan damarda durmaz Makbule... Biz ki yüze karşı bir kişiyle kılıç sallamış bir milletin efradı olaraak... böyle kıçı kırık vızıltılara pabuç bırakamayız.
- Bari gündüz gözüyle yapsaydın ne yapacaksan. Böyle karanlıkta...
- Niyetin bizi Gaflet uykusuna yatırmak mıdır hatun? Su uyur, düşman uyumaz. O halde biz de uyumayacağız...
- Bak sonra demedi deme... Hiç bişeye karışmam ben. Ne halin varsa görürsün...
- Tamam tamam. Düşman işbirlikçisi kaşık düşmanı seni... çocukları da al çekil ayak altından.
- Hidayet yazıktır günahtır yahu. Yapma kurbanın olayım. Bak taşikardin tutacak yine dolaştıracaksın bizi o doktor senin bu hastane benim.
- Bu namus meselesidir Makbule. Gerekirse ölmek var, dönmek yok bu yolda. Yatak odamıza kadar girip en mahrem durumlarımızda bizi basan bu deyyuslara dur demenin vakti geldi de geçiyor bile. Bu Allah'ın cehennem sıcağında camı pencereyi açamaz olduk tereslerin yüzünden.
- Boşver Hidayet, kampanyası varmış, sudan ucuzmuş şimdi. Alıveririz bi klima sıcaklı soğuklusundan olur işte.
- Olmazzzzz... Olamazz... Bu gavur tohumları yüzünden mahpus hayatı yaşayamam. Ben yatak odamın camının iki kanadını iki yana açıp çizgili pijamamla gerine gerine, uyumak istiyorum. Horultum mahallenin bi başından öbür başına yankılanmalı...
- Herif aklını başına topla... Çoluğundan çocuğundan utan yaşından başından utanmıyorsan.
- Neye utanacakmışım? Evimi barkımı haneye tecavüzcülerden kurtarmaya kalktığım için mi?
- Aman tamam. Bişeycikler demiyorum artık.
- Deme... Gölge etme başka ihsan istemem... De hadi çekilin siz öte odaya da konsantrasyonumu bozmayın.
- Gelin çocuklar. Biz geçip yatalım yoksa benim elimden bi kaza çıkacak şimdi.

....

- vızzzzzzz..zzz..zzz...
- Hah... Gel bakalım seni beni bilmez dinsiz imansızın soyu senii... Pencereyi de kapattım mı kaçacak deliğin kalmaz. Al sana FISSST..
- vızzzzz...zzzz....zzzzzzzzz..zzz..
- Gel buraya, kaçma... Yerin yedi kat dibine kaçsan peşindeyim senin.. bu iş bugece bitecekkk... FISSST... FISSSSSSSST...
-VIZZZZZz....zzzz...zzz...zzzzzz
- İstediğin kadar vız vızla... El mi yaman bey mi yaman öğreneceksin bu gece.
- VIIIZZZZZZZ....ZZZZZZ.. zzzzz...
- Kaçma ulan... Ne yapsan boş... Ancak salona kadar kaçabilirsin... Etrafın sarıldı... Teslim ol... FIIISSSS...
- MAKBULEEEE... Ulan bi de fosforlu yol tabelası koysaydın Hidayet'gile gider diye... Gecenin bi yarısı dış kapıyı açık bırakıp mı yatırıyorsun bizi televole akıllı karııı....
-vızzz...
- Gel.. Kaçma.. Burası apartman, burdan çıkış yok...
-vızz...zzz.zzz....zzz
- Amanınn... Burada mer.... PALDIR KÜLTÜR...

.......................

- Ey cemaat-i müslimin... Himmet oğlu Hidayet'e hakkınızı helal ediyor musunuz?
-HELAL OLSUN...
- Helal Ediyor musunuz?
- HELAL OLSUN...
- Helal ediyor musunuz?
- HELAL OLSUN...
- El Fatiha....

...

- Yahu,yaşı da gençmiş rahmetlinin. Trafik kazası falan mı?
- Yok beyamca yok. Rahmetli sivrisinek peşinde koşarken...
- Eee... Kalbi falan mı tutmuş?
- Yezit hayvan apartmanın merdiven boşluğuna kaçmış. Bizimki de peşinden koşarken o heyecanla merdiveni falan görmeyip...
- Yaa... vah vah...
- Ama gözü arkada kalmamıştır rahmetlinin.
- Neden?
- Rahmetliyi merdivenlerin dibinde bulduklarında, atletinin üstünde küçük bi kan lekesi varmış.
- Eeee?
- Eesi işte bizim Hidayet son nefesini vermeden önce merdivenlerden yuvarlanıp sivrisineğin üzerine düşmüş.
- E Allah'ın sevgili kuluymuş demek ki bu dünyada yarım işi kalmamış.
- He ya..

.....

- Gel buraya seni deyyus... Dünyada bırakmadın peşimi burada rahat ver bari.
-VIZZZZZZZ....

SÖYLEYEMEDİM

Düşlerde sevdim seni söyleyemedim
Sessiz öptüm nefesini söyleyemedim


Bir gecenin karanlığına gömdüm seni, uykularımın tenhasına. Kimse görmesin diye, kimse duymasın diye sesten arınmış sözcüklerin ortağı yaptım sevdamı, dipsiz rüyaların derinine attım. Yoktun ama hep vardın. Yanıbaşımda, nefesin nefesime, ateşin ateşime denk gelecek mesafede, ürkek öpüşlerimin en tatlı hayaliydin belki de.

Sana ben şiirler sözler büyüttüm
Sana ben baharlar yazlar büyüttüm
Sana ben hummalı gizler büyüttüm
Söyleyemedim


Görmeyeceğini bile bile yazdım en güzel şiirlerimi sana ve duymayacağını bile bile okudum kuytularda. En güzel mevsimlerin en güzel zamanlarında yeşerttim göğsümün sol yanını yakan sevdanı haberin olmadan. Ne çok şey yaşadım senle ve sensizken. Ne çok “keşke” biriktirdim pişmanlıklarımın heybesinde, bilemezsin…

Şarkılar yazdım sana okuyamadım
Hep yanımdaydın oysa dokunamadım


Hep “belki bir gün”lerin umuduyla bastım hayatın en dik basamaklarına. “Kim bilir”lerin sıcağında ısıttım yokluğunun zemherisini. Söyleyemediğim her “seni seviyorum” için bir şarkı tuttum, tükettiğim her sensiz gün için bir şiir… Oysa söylenmeden bilinmezmiş hiçbir şey, geç öğrendim…

Sana ben hayaller düşler büyüttüm
Sana ben gözümde yaşlar büyüttüm
Sana ben hummalı aşklar büyüttüm
Söyleyemedim


Ne zaman bakışın bakışıma değse çevirdim başımı ürkekçe. Çünkü gözlerim yetmezdi bendeki seni göstermeye ve sözlerim tutsaktı, gelemezdi gözlerime desteğe… İki inci damlasında yuvarladım iki yanağımdan iki ayrı yöne bilmediklerini, görmediklerini…

Sıradaki şarkı, sıradaki şiir, sıradaki mutluluk… Sıradaki aşkı tuttum sana, lal oldu dillerim söyleyemedim…

14 Eylül 2010 Salı

DENİZ KOKUSU

-1-

Denizin mavisine alıştınız mı bir kez, bırakmaz peşinizi ömür boyu bu tutsaklık... Boğulursunuz denizsiz şehirlerde. Altın kafesteki kuş gibi hissedersiniz kendinizi, bir kuş sütünün eksik olduğu yaşamlarda bile...

Denizin esintisine alıştınız mı bir kez, en sıkıntılı anınızda atarsınız kendinizi cankurtaran misali bir kıyı kahvesine... Balıkçılların tiz çığlıkları ve kanatlarının altına doldurdukları rüzgar alır götürür içinizi bunaltan ne varsa...

En geniş ovada bile boğulursunuz, yeriniz dar gelir denize bağımlıysanız. Gözünüz ufuk çizgisinde birleşen iki mavi tonu görmek ister. Yeşilin en canlısı, kahvenin en sıcağı, gökkuşağının en renklisi yerini tutmaz mavilerin dansının...
....
Çekin içinize derin bir nefes... Göremeseniz bile hissediyorsunuz değil mi? İyot kokusu girdikçe burun deliklerinizden ciğerlerinize sanki yeniden doğmuş gibi oluyorsunuz.

Haydi; şimdi "deniz olunmalı oğlum!.."



-2-

Denizin en koyusunda demledim kederleri. Her yakamoz bir eski sevda masalını kanattı yine ve yeniden. Yüreğimin en çok acıyan yerinde hep sen vardın, hep sen oldun. Hani, şehirleri insanlara sevdiren sevdikleri insanlar olurmuş ya; sen olmasan, deniz bile nafile bu kahpe şehirde...

Saçlarımı karıştıran imbat senin parmakların, kumlarını avuçladığım sahil senin tenin ve şu martının çığlığı senin en çok sevdiğin şarkının tınısı...

Şimdi sen bu şehirdesin ya; sen bilmesen de sensizliğin sessizliğini seninle paylaşıyorum denizin sana ulaşan yamacında. Şimdi sen bu denizsin ve dalgalarının yumuşak dokunuşları tenimi ürpertiyor tıpkı senin dokunuşların gibi. Şimdi sen...

Şimdi sen yoksun yanımda. Ama deniz seni bana getiriyor her kıyıya vurduğunda...



-3-

Besmeleyle başladığımız yolculukta bir daha aynı limana geri dönüş olmadığını biliyorduk. Biliyorduk ya, dalga sesleri boğuyordu boğazımıza düğümlenen sözlerin cılız sesini... Ardımızdan sallanan ellerin ayasında şavkılanan bakışlarımız mühürlüyordu ayrılığın belgesini. Artık limanı olmayan denizlerin yolcusuyduk.

Hep gözümüzü diktiğimiz mavinin bittiği noktaya çevrili rotamızda bildiğimiz tek şey, mavinin asıl orada başladığıydı. Ve bu maviye sevda, kendi sonumuzu hazırlatıyordu bize kendi ellerimizle...

Hiç ulaşamayacağımızı bildiğimiz o noktaya kürek çekiyorduk durmadan, İkarus'un güneşe uçtuğu gibi... Balmumu yüreğimiz erise de göz göre göre her asıldığımız kürekte, güzeldir yeni bir sevdanın yolunda ölmek de...




-4-

Sarıdan kızıla oynaşarak geçerken güneşin renkleri, çarşaf gibidir kentimin denizleri. Göz hizamızdaki martı çığlıkları yaşamı sevdirir insana en "her şeyden" vazgeçtiği anda. Deniz, herkesin içine işlemiştir bu kumsalı olmayan kentte ve herkesin gözlerinde denizin ışıltısı vardır...

İşte tam da burada başlıyor seni sevmemin hikayesi. Basit, sıradan bir kent hikayesi anlayacağın... Herkesinki kadar sıradan ve herkesinki kadar özel... Şehrin bittiği ve denizin, ve özgürlüğün başladığı yerde can buluyorsun sen.

Bu yüzden, ne zaman bir gelgit yaşansa körfezde, sen kabarırsın yüreğimde...




-5-

Sevgili deniz;

Sevincimi kabartan, öfkemi dindiren dalgakıran; sevdamı renklendiren mavi... Kıyılarında çocukluğumu büyüttüğüm, enginlerine umudumu ektiğim derin huzur...

Aşk mevsimi filizlendirdi yüreğimin kalın kabuklu yaralarının üstündeki yeni sevdamı deniz. Bir ayrık otu gibi izinsiz, kardelenler gibi inadına... Pencereme konan o ürkek ve yaralı serçe vazgeçilmezim şimdi kulağımdaki sesiyle. Şimdi sana koştuğum zamanlarda bile dalga seslerinin arasına kıvrılmış bana bakıyor sevdamın hınzır ve muzur gözleri.

Ey deniz; her gizimi bilen deniz!.. Senin kadar sınırsız, senin kadar bilinmez, senin kadar dolu, senin kadar anlamlı, senin kadar... Senin kadar her şeyim o.

Gecikmiş 18 yaşım, arsız duygularım, çıkarsız paylaşımım, canımdan can olanım o. "Seni seviyorum" demeden sevdiğim, farkında olmadan tutulduğum, hayata tutunduğum ıtırlı dalım, dağım... O benim her şeyim şimdi deniz...

...

Şimdi sana şiirlerimi versem, beni ona götürür müsün deniz?..




-6-

Gecenin ilk yakamozuna asıp sesimi uğurladım denizin ve gökyüzünün koyukarasına doğru... Hiç kimse görmedi. Hiç kimse duymadı, bilmedi. Bir tek ay ortaktı sırrımıza. Gidemediğime giden, göremediğimi görendi deniz. Uysal dinleyicim, serinkanlılığım, dingin yüreğimdi o. Öfkemle kabaran koyu mavi dev, üzüntümde sütliman, kıpırtısız mırıldanan kedi...

Gecenin ilk yakamozuna asıp uğurladım sesimi... Hangi kıyıdaysan ve hangi saatte izliyorsan dolunayın suda kırılmasını, bir turkuaz dalga yankılanacak kulağında. Özlediğin bir şeyleri hatırlatırsa eğer, ellerini uzatıp sarılmak istersen suyun karşı yakasında birilerine, ve o ben olursam...

...Sevdalı bir bakış fırlat nazlı dalgalara.

Ben o bakışı da tıpkı seni beklediğim gibi beklerim!..



-7-

Sevdim onu be deniz; hem de çok... Suyun şırıltısı kadar tatlı bir müzikti içimde. Zeytinin tadı vardı gözlerinde. Gülünce güneşin yedi rengi saçılıyordu dünyama, onun için sevdim.

Sevdim onu be deniz... Sevdiğim için layık göremedim hiçbir şeye ve kendime. Yoksa yollar da kollar da bahane... Dağları düzlemesini de, kolları kenetlemesini de bilirdim bal gibi. Ah biraz daha beklese...

Sevdim onu be deniz... Aşkın en yalın haliyle yerleştirdim yüreğimin yufkalığına. Bencilce, düşünmeden ve bilmeden yarının ne getireceğini, sadece günü isteyerek, yalnızca bu günün getirdikleriyle sevdim. Günün hiç bir saniyesini yarınla kaybetmeden sevdim.

Kimselere söyleyemesem de sevdim onu be deniz. Lekelenmesin diye kendimden başka herkesten köşe bucak kaçırıp, pamuk yumuşaklığında kuytularda büyüttüm o nadide çiçeği. Kokusunun bana nasip olmayacağını bile bile sevdim.

Deniz, ben onu hep sevdim.
Ben onu çok özledim.
Ben onu hep ve çok...

ÜŞÜYORUM GERÇEĞİN KUYTUSUNDA...

Dünyada ne günler,yaşadım gördüm
Bir bahar gibiydim,kışlara döndüm
Artık her arzumu,kalbime gömdüm
Hayat sen ne çabuk harcadın beni


Gürültülü bir yağmur sonrası çiziliyor penceremin buğusunda yol alan damlalarla. Her biri başka yöne çekiyor yüreğimin ezikliğini. Doğru bildiğim ne varsa bölük pörçük şimdi aklımın aynasında, inandığım ne varsa... Akıyorum bir bulutun narinliğinde ve hiçliğe bütünlüyorum kendimi sessizce.

Gençliği gönlümde bitmez sanırdım
Hayat ben hep seni böyle tanırdım
Çaresi olsaydı ömür alırdım
Hayat neçabuk harcadın beni


Çocuk yüreğimin kıpırtısını hızlandıran ne kadar bayram telaşı varsa başıma taç yapmıştım oysa. Her elma şekeri iştahımı kabartmıştı meyvesinin çürük olduğunu bildiğim halde. Peşinde koşarken yalancı tatların ne zaman düşsem hayallerimin üstüne, annemin süt kokusuna sığınmıştım. Daha büyümeden yüklediler yaşamın sahte yüzlerini omuzlarıma ve mecbur tuttular ömür boyu taşımaya.

Perişan gençliğim üzgün bakıyor
Kalbimi bir korku sarmış yakıyor
Şimdi gözlerimden seller akıyor
Hayat sen ne çabuk harcadın beni


Hiç iyileşmeyecek yaraların müptelasıyım. Bilmediğim yolların yabancı ve yalancı çiçeklerinden hatıra diye sakladım her yangını içimde. Küllerinden tekrar tekrar doğurmaya çalıştım umutsuzca ve aslında olmayan mutluklarımı. Bir yağmura gömdüm isyanlarımı, bir gök gürültüsüne sakladım çığlıklarımı, bir buluta sardım sevdalarımı...

Anne; yoruldum.. Al beni kollarına!..